Alevilik
Anayasayı Beklerken: Aleviler Sempozyumu Sonuç Bildirgesi
7-8 Ocak 2012 tarihlerinde HBVAKV ve Alevi Enstitüsü tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen Anayasayı Beklerken: Aleviler sempozyumun sonuç bildirgesi yayınlandı.
HACI BEKTAŞ VELİ ANADOLU KÜLTÜR VAKFI VE ALEVİLİK ARAŞTIRMA DOKÜMANTASYON VE UYGULAMA ENSTİTÜSÜ’NÜN ORTAK GİRİŞİMİYLE DÜZENLENEN “ANAYASAYI BEKLERKEN: ALEVİLER” SEMPOZYUMUNUN SONUÇ BİLDİRGESİ:
07-08 Ocak 2012 tarihlerinde, İstanbul’da gerçekleştirilen “Anayasayı Beklerken: Aleviler” sempozyumunda sunulan bildirilerin tümü gözetildiğinde sorunun, öncelikle bir anayasa yazma sorunu olmadığı açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Çünkü sorunlar öncelikle metnin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Metinler, daha çok kendi tarihsel, toplumsal koşulların bir ifadesi, yansıması, temsili ve en fazlasından hayata giydirilmek istenen kuralların bir manzumesidir. Her durumda, anayasa metinleri, belirli bir sosyo-politik durumla koşullanmış ürünlerdir. Bu çerçevede, metinler iktidar ilişkileri içinde şekillendikleri gibi, aynı ölçüde kendileri de şekillendirilmek istenen yeni iktidar ilişkilerini vaaz ederler. Özcesi, anayasa metinleri iktidar ilişkilerinden bağımsız olarak kavranamadığı ölçüde, aynı zamanda toplumsal ilişkilerden ayrı kavranamaz. Bunun açık anlamı da, önümüzdeki süreçteki niçin bir anayasa sorusuna verilecek yanıtın öncelikle metinle ilgili olmaması gerektiğidir. 12 Eylül askeri faşist rejiminin bir ürünü olan 1982 anayasasının her bakımdan, her boyutuyla anti-demokratik bir nitelik taşıdığı, bu nedenle kabul edilemez olduğu ve değiştirilmesi gerekliliği açık bir kesinlik ya da açık bir zorunluluktur. Ancak askeri faşist darbenin üzerinden geçen 31 yıl içinde, bu anayasanın 17 kez değiştiği gözetilirse, sorunları yalnızca bu anayasa bağlamak adına, mevcut anayasayı hala darbe anayasası olarak kodlayarak kabul etmek, geçen 31 yıllık süre içinde en başta siyasal sorumluların kendi sorumluluklarını darbe anayasasının arkasına saklamasına vesile olmamalıdır.
Niçin yeni bir anayasa sorusunun açık seçik yanıtlanma yükümlülüğü bütün toplumsal ve siyasal kesimlerin üstündedir. Bu yanıtın bütün berraklığıyla verilebilmesi için öncelikle yanıt vermek isteyen, yanıt verebilecek aktörlerin, yanıt vermesi beklenenlerin yanıt verebilir halde olması gerekir. Bunun içinse, son derece genişletilmiş ve canlandırılmış, her türlü tehditten uzak bir düşünce, ifade, tartışma ve eleştiri özgürlüğü ortamının öncelikle sağlanması gerekir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün en azından bu süreçte, hiçbir biçimde milliyetçi, dinsel, cinsel, dilsel ve genel olarak kimliksel sınırlarla kesinlikle ve kesinlikle sınırlandırılmaması gerekliliği açıktır. Oysa içinde bulunduğumuz toplumsal siyasal koşullarda düşünce ve ifade ile eleştiri özgürlüğünden söz etmenin olanaksız olduğu ortadadır. Belirli bir siyasal program dışında kalan ve bu siyasal programa karşı eleştirel bir mesafe içinde bulunan farklı farklı kesimlerin çeşitli yöntemlerle sindirildiği, tutuklandığı, tutuklamaların cezalandırılmaya dönüştüğü bir ortamda hiçbir aktör, hiçbir soruya açık seçik bir biçimde yanıt veremez. Bu nedenle öncelikle mevcut ortamın düşüne, eleştiri ve örgütlenme özgürlüğü bakımından güvence altına alınması çerçevesinde gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. O halde, yeni bir anayasa yapılmak isteniyorsa, bu anayasa yeni bir darbe anayasası olmayacaksa, anayasadan önce, yeni anayasa tartışmalarının önünü tıkayan yasaların derhal ve ivedilikle elden geçirilmesi gerekmektedir.
Bugün ülkemizdeki toplumsal, siyasal hukuksal sorunların diyaloğa bir zemin oluşturma bakımından açıkça tartışılmasının önünde bir engel olarak anayasa durmaktan çok, özel olarak siyasal partiler yasası, seçim yasası, terörle mücadele yasası, ceza yasası, polis vazife ve selahiyetleri yasası, ceza yargılama usülleri gibi yasalar durmaktadır. Anayasaya hazırlık anlamında öncelikle bu yasaların derhal tartışma gündemine sokulması gerekmektedir. Bu yasal engeller ortadan kaldırılmadan özgür ve demokratik bir tartışma ortamının varlığından söz edilemeyeceği gibi, yeni bir anayasanın demokratik bir katılımla yapılacağı iddiası da, ancak belirli bir iktidar ideolojisiyle malul, bir hayal olmaktan öteye gitmeyecektir.
Niçin yeni bir anayasa sorusunun yanıtını öncelikle vermesi gereken kurumların başında bizzat yeni anayasa konusunda kendisini kurucu iktidar vasfıyla donattığı anlaşılan TBMM gelmektedir. Ancak mevcut TBMM’nin bu soruyu yanıtlamak için, en başta kurucu vasfı son derece tartışmalıdır. En temelde yüzde on barajıyla oluşmuş bir meclisin toplumun tüm kesimlerini temsil ettiği kesinlikle ileri sürülemez. Devamla, sandığın halkın önüne nasıl getirildiğiyle ilgili tartışmalar bir yana, bizatihi olağan bir seçim süreciyle seçilmiş bir meclisin kendi kendisine kuruculuk vasfı atfetmesi de aynı ölçüde vahim değerlendirmelere ve sonuç doğurucu özelliklere açıktır. Kaldı ki bütün bu sorunlar bir yana, bizzat TBMM içinde oluşturulan uzlaşma komisyonunun üzerinde uzlaştığı iddia edilen çalışma esasları ve saydamlık anlayışı, yeni anayasa girişiminin, daha en başta, bunun üstlenen kurum bakımından yeterince katılımcı ve demokratik olduğu iddialarını zedelemekte ya da zan altında bırakmaktadır. O halde, öncelikle kurucu irade olarak kendisini sunan bir meclisin, niçin yeni bir anayasa sorusuna açık seçik bir yanıt vermesi gerekirken ve bu gereklilik ölçeğinde irade beyanı beklenirken, yasama erkinin elinde tutan TBMM’nin mevcut statükoyu dönüştürücü adımlar yönünde hiçbir girişimde bulunmaması başlı başına anlamlıdır.
Bu adımlar atılmadığı sürece, ülkemizin farklı düşünen, farklı inanan ya da inanmayan, farklı etnik aidiyetleri olan kesimleriyle, eril iktidar ilişkileri karşısında ikincilleştirilen kadınlar ve farklı cinsel kimlikler, bu kesimlerin tümü çoğunluk ve hegemonik olanın belirlediği, normallik, sağlıklılık, doğruluk ve biriciklik iddialarıyla örülmüş diktatörlüğüne teslim edilmiş olacaktır. Hakim olanların siyasal örgütlenmelerine terk edilen bu kesimler ancak öldürülmeye layık ya da en fazlasından doğru dine ya da doğru yola, sapıklıktan doğru ahlaka çağrılması gereken, hizaya getirilmesi gereken kesimler olarak siyasallaştırılmakta, eşit siyasal özneler olarak kesinlikle kabul edilmemektedir. Bu özneler bir yandan eşit siyasal aktörler olarak kabul edilmezken, aynı zamanda hegemonya, bir tür rehin olarak gördüğü kesimlerin kimlikleri üzerinden, kimliklerin atomlaştırıcı gücünü bütünüyle seferber eden bir kimlik anlayışına yaslanmakta ve ardından, bu bizzat kendisinin atomlaştırdığı ortama karşı ise, yine hegemonyasının temel bileşenleri olan normallik, doğru din, sağlıklılık, doğruluk gibi temel referanslara başvurmaktadır. Bu referanslarla, mevcut hakimiyet ilişkilerini gizlenmekte, mevcut sorunların ağırlığını yine tüm ezilenlerin ve ötekilerin sırtına yüklemektedir. Buna göre, ülkemizin bir Kürt sorunu, Alevi sorunu, Ermeni sorunu, kadın sorunu, vs. olduğu ileri sürülmektedir. Oysa var olduğu iddia edilen bu sorunların tümü mevcut hegemonyanın tarihinden ve bugününden kaynaklanmaktadır. Bu hegemonya kendini Türklükle, erkeklikle, Sünni Müslümanlıkla karakterize ettiği ölçüde, kaçınılmaz olarak bir Kürt ya da Ermeni ya da Alevi sorunu ortaya çıkmaktadır! O halde öncelikle niçin yeni bir anayasa sorusunu, bu temel sorunları var eden ve üreten siyasal toplumsal hegemonyanın bileşenleri üstlenmek zorundadır. O halde zorunlu din dersleri Aleviler üzerinden, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği Kürtler, Ermeniler ve Araplar üzerinden, dinsel özgürlükler bu kez dinsizler ya da agnostikler, deistler üzerinden konuşulmaktan vazgeçilmelidir.
Yeni anayasa tartışmalarındaki en büyük engellerin başında insanın yüceliğinin kutsallığı yerine, devletin kutsal yüceliğinin ikame edilmiş olması ve bunun bizzat mevcut anayasa ve siyasal sistem tarafından güvence altına alınmış olması gelmektedir. Devletin kutsal yüceliğini biricik değer olarak kabul eden bir anlayışın koşulladığı bir siyasal sistem ve atmosferde, herhangi bir biçimde yeni anayasa tartışmaları yürütülemeyeceği gibi, demokratik, katılımcı bir anayasanın üretilmesi de mümkün olmayacaktır. Devletin kutsal yüceliği, kaçınılmaz olarak hukuksal sistemi de koşullandırmakta ve esasta değişmemek kaydıyla, yurttaşları öncelikle geçici siyasal iktidarların ve aktörlerin hukuksal algılarının insafına terk etmekte, bu da kaçınılmaz olarak hukuksal güveni kesinlikle tahrip etmekte ve yeni anayasa için gerekli olan zeminin en temel özelliklerinden biri, hukuk devleti algısı ortadan kalkmaktadır.
Yeni anayasa tartışmalarının öncelikle üzerinden kaldırılması gereken yük, özellikle siyasal-toplumsal örgütlenmenin karakteristik unsurları yüzünden köklü bir ikincilleştirmeyle ve buna bağlı ayrımcılık pratikleriyle yüz yüze olan ve olmaya devam eden kesimlerin üzerindeki tarihsel ağırlıktır. Bu ağırlığın bu kesimlerin üstünden alınması şarttır. Ancak elbette bunun anlamı yeni anayasa için gerekli tartışma zemininin, tarihsel hesapların görüleceği, intikamların alınacağı bir zemin olduğu değildir. Ancak bu tartışmaların, anayasa çerçevesinde yürümesi isteniyorsa, yani yeniden ortaklıklar üzerinden düşünce geliştirilmesi isteniyorsa, bu yönlü ilk adım, intikamcı ya da telafi edici algıları kışkırtan yüzleşmeme, hesap vermeme tutumundan vazgeçilmesi gerektiğidir. Mevcut siyasal sistem ve bunu besleyen siyasal algılar en azından kendi geçmişiyle yüzleşmeye açık olduğunun, inkara gelmez işretlerini vermelidir. Oysa mevcut siyasal sistem bütünlüklü bir yüzleşmeden uzak durduğu gibi, hiçbir anayasa değişikliği gerektirmeyen, küçük hukuksal ifadelerin düzeltilmesiyle ya da dar kapsamlı yasal müdahalelerle yapılacak değişiklikleri bile yapmaktan uzak durmaktadır. Hatta bunları yapmak yerine, birlikteliğe çözücü etkileri kısa, orta ve uzun vadede çok açık olan tasarruflardan yana bir siyasal irade sergilendiği açıkça ortadadır. Örneğin Alevilerin küçük taleplerinin bile inanılmaz sert bir dini siyasete ya da siyasi dine çarpmış olması son derece manidardır.
Bu tür girişimlerde bulunulmaması ve tersine örneklerin çoğalması, toplulukların giderek daha fazla kendi içlerine kapanmalarına, ortak bir dil adına karamsarlığa kapılınmasına neden olmaktadır. Toplulukların kendi içlerine kapatılması, açıktır ki yeni bir anayasa için gerekli ortak siyasallaşma kapılarının da kapanmasına, giderek siyasal olanın imhasına yol açmaktadır. Tecrit etme ve kapatma politikalarının ortadan kaldırdığı siyasallık yerine geçen şey ise, mevcut hegemonik ilişkilerin ifade ettiği eşitsizliğin, yenilenmiş kadrolar üzerinden, yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Ne ölçüde yenilenirse yenilensin, aygıt olduğu gibi kalmaktadır. Mevcut eşitsizliği, halk, yurttaşlık, millet, dindaşlık ve en nihayet insanlık terimlerini seferber ederek düzleştirici bir yaklaşım içinde ikincilleştirme girişimi, esasta bu terimlerin neyi içerdiği, neyi dışarıda bıraktığı, özetle örneğin kimin halk, kimin yurttaş, kimin öz yurttaş olduğuna ilişkin sosyo-politik soruları bastırma girişiminden, bu anlamda eşitlik mücadelesi olarak siyasal mücadeleyi bastırma ve hatta marjinalize ederek terörize etme girişiminden başka bir anlam taşımamaktadır. Eşitsizliğin devamı olarak siyaset karşısında, eşitliğin arayışı olarak siyasetin terörize edildiği bir siyasal dünyada, yeni bir anayasa girişimi, ancak bir anayasa simülasyonu kadar anlamlıdır.
Mevcut toplumun tümüne, bir deli gömleği gibi giydirilmiş bu anayasanın değiştirilmesinin yolu öncelikle kapalı salon toplantılarında alınmış kararlardan değil, tam tersine siyasal olarak seferber olmuş toplulukların, son derece yaratıcı olabilecek mücadele süreçlerinden geçmektedir. Bunun için anayasanın toplumsal sözleşme olduğu kabulüyle koşullu olarak yoksullaştırılmış ve yoksunlaştırılmış müzakere süreçlerine bel bağlanamayacağı açıktır. Öncelikle toplulukların, yeni bir anayasa sürecine müdahil olabilmek için, bunun önkoşullarını elde edebilmeleri için siyasallaşmalarının gerektiği son derece açıktır. Bu bakımdan toplulukların kendi dar alanlarında bile olsa, küçük taleplerle biçimlenen girişimleri bile son derece önemlidir. Örneğin kadınların okur yazarlığının artırılması yönündeki her talep, bu alandaki her mücadele, yeni bir toplum için küçümsenmemesi gereken, devasa bir katkıdır. Çünkü bu tür girişim ve mücadeleler gerçekte toplumun üyelerini etkin varlıklar olarak yeniden inşa etmektedir. Oysa günümüzde bu tür mücadeleler bile ya “korunması gerekenlerin, mağdurların önceliği” söylemi üzerinden, ezilen kesimlerin uğradığı ayrımcılığı yeniden üretmek üzere devşirilmekte ya da devşirilemediği yerde fütursuzca ve kolayca kriminalize edilmektedir.
Bugün, içinde bulunduğumuz siyasal toplumda, haklar ve yükümlülükler temelinde, ister merkeze yurttaş konulsun, isterse alışkın olunduğu üzere devlet; temel bağıntı değişmediği ölçüde, yeni bir anayasa, yeni bir anayasa olmayacaktır. Yeni bir anayasa, ya yeni bir siyasallığın tezahürü ya da yeni bir siyasallığın inşası için bir adım olmayacaksa, yani her durumda içinde bulunduğumuz krize bir yanıt olarak ortaya çıkmayacaksa, hiçbir durumda yeni olmayacaktır. İçinde bulunduğumuz kriz, merkezinde devlet ve onun tarihsel-siyasal örgütlenme tarzı ile çevresinde örgütlediği devlet algıları başta olmak üzere, doğrudan bir topluluk olarak ortaklığımıza, ortaklaşmacılığımıza, siyasal varoluşumuza ilişkindir. Öyleyse yeni anayasa yapım süreci, aynı zamanda bu ortaklığımıza ilişkin yeni düşünceler geliştirme, yeni adımlar atma sürecine dönüştürülmelidir. Oysa tam tersine, bir nefret dilinin, aynı anda yeni anayasadan söz edilirken, muktedirler tarafından alabildiğine seferber edilmesi ve bu dilin ders kitaplarında bile hala kendine yer bulabiliyor olması, birlikteliğimiz üzerine düşünmenin ne kadar uzağında ya da tam tersine, bizim yerimize bir iktidar şebekesinin çoktan karar vermiş olması anlamında, tam göbeğinde olduğumuzu işaret ediyor. Aynı şekilde ülkemizin önemli bir bölümünde olağanüstü rejimleri aratmayan militer bir siyasetin seferber edilmiş olması, kendi sıradan yurttaşlarımızın bile artık topluca bombalara hedef olabilmesi son derece ürkütücü gelişmelerdir.
Anlaşılmaktadır ki yeni bir anayasa inşasının yolu, yeni bir kamunun inşasından geçmektedir. Bunun için öncelikle kamunun nefret yüklü, militer dilden arındırılması ve aynı anda, kendisini siyasetin biricik biçimiymiş gibi sunan ve aslında artık kendi referanslarını bile devletten alan bir dinselliğin istilasından kurtarılması gerektiği açıktır. Yoksullar için dini ölülere ve mezarlıklara hasrederken, muktedirler için adaletsizliğin yeniden üretilmesinden başka bir anlam taşımayan bu dinsel istila şu ya da bu dinselliğe has bir istila olmaktan çok, devletin dini fethetme tarihi içinde, kendi inşa ettiği din tarafından fethedilmesinin bir örneği ya da tezahürüdür.
Sonuç olarak, yeni bir anayasa için mücadele, anlaşılan odur ki öncelikle anayasanın kendisi ve kapsamı üzerine bir mücadele olmaktan çok ön hazırlık süreci için bir mücadele anlamına gelmektedir ve bu mücadelenin asli olarak sokakta çeşitli araçlarla verilmeye başlandığı gözlenmektedir. Bu gözlem çerçevesinde bu mücadelenin iki ucu dikkat çekmektedir: “Devletin insanı olarak vatandaş” olmak isteyenlerle, birliktelik algılarının siyasal ifadesi olarak devleti yeniden düşünmek gerektiğini ileri sürenler karşı karşıyadır! Bu karşılaşma anının son derece tehlikeli sonuçlar üretebilme ihtimalinin varlığını gözeterek, sempozyumu düzenleyen iki kurum olarak, bütün taraflarıyla kamuoyunu farklı araçlar ve biçimlerde, duyarlılığa çağırma borcunun üstümüzde olduğunu saygıyla duyururuz.