Connect with us

Dersim News, Dersim Haber, Dersim

'Dersim kendi acısını, Dersim dilinde ağıtlar yoluyla söylemiş'

Dersim Edebiyatı

'Dersim kendi acısını, Dersim dilinde ağıtlar yoluyla söylemiş'

Eğer bir acı konuşmak yerine sessizliğe gömülmüşse, kendisini dinleyecek birini bulamadığı içindir.

Sosyal medyada paylaşın
        
   

Röportaj: Zeynep Eşin
Yazı-Yorum Dergisi

İsterseniz söyleşimize edebiyat yolculuğunuz ile başlayalım. Haydar Karataş edebiyatla dostluğu nasıl başladı?

Benim çocukluğumda Haçeli köyü 180 haneden fazlaydı, ama içinde insan sesinin geldiği sadece on beş hane vardı. Yüz altmış beş hane büyük olaylar zamanında buharlaşmıştı, ama hikayeleri kalmıştı. Üstelik capcanlı, elinizi uzatsanız her birine değecekmiş kadar canlılardı. Onların ağaçları dimdik ayaktaydı, elma, armutları salkım saçak tutardı. Biz on beş hane ama yüz seksen bin hikayeydik, her anlattıkça çoğalan bir dünya. Annem ve babamın iç dünyasında o sesler yankılanır gibi gelirdi bana.

Haydar Karataş


Babam masal anlatıcısıydı, annem ile en büyük kavgaları da bu masal anlatma esnasında olduğunu söylersem abartmış olmam. Hiç unutmam bir kış gecesi annem iki masalı birbirine karıştırınca babam ile kavga etti ve geceyi keçilerimizin içinde yatarak geçirdiğini bilirim. Ancak liseyi okumak için İstanbul’a geldim ve ilk gençlik yıllarımda bu anlatı zehirlendi, politik kitaplar okuyarak dünyayı kurtarmanın peşine düştüm. Ancak Yozgat Cezaevinin hücresinde gözlerimi bu eski masal diyarının içinde açarken buldum. En zor zamanımda o hayat hücreme gelmişti. Bu insanlar o karanlıkta yeniden canlandılar…


On iki Dağın Sırrı’nın habercisi Sebır’a, Zımek köyündeki Ela Koji’yi anlattırırken şöyle diyorsunuz: “Gerçekte Ela Koji denen kadını hiç görmemişti ama onu görmüş, hatta sesini dahi duymuş gibiydi.”On iki Dağın Habercisi’nde okura da aynı şeyleri hissettiren büyülü bir diliniz var. Okur gerçekte hiç görmediği insanları görmüş, mekânları gezmiş gibi oluyor, Dengbej kültürünün coğrafyasındansınız. Bir yandan kitabı okurken Dengbej dinlemiş gibi oluyoruz.

Bana göre Masal roman yazmanın sözlü halidir. Masallar yaşanmamış bir hayatı bize anlatırlar, başka dünyalar yaratırlar. Hala çocuklarımıza binlerce yıl öncesinin masallarını okumamızın nedeni de bu. Nasıl yaratmışlardır? Eğer anlatıcı günlük hayattan masalını anlatsaydı, başına gelecekleri düşünmek dahi istemeyiz. Konusunu birebir hayattan alan roman, modern toplumun doğuşuyla eş zamanlı ortaya çıkmıştır. Hiç görmediğimiz insanları anlatıyoruz, bana çok ironik geliyor, roman karakterlerinin de görmedikleri hayatları anlatması, hem daha samimi geliyor. Görünen şeyi okumak büyük bir zaman kaybı…

Bildiğimizce Dengbejler söz sanatının ustalarıdır. Siz bu ustalığı yazıya dökmüş gibisiniz. Bu büyülü dili yakalamanız nasıl mümkün oldu? Etkilendiğiniz yerli/ yabancı yazarlar kimler?

Polisiye dışında her tür edebiyatı okuyan biriyim, polisiye de okurum ama sevmedim. Faulkner’in “Döşeğimde Ölürken,” “Ses ve Öfke” gibi romanlarından çok etkilenmişimdir. Fakat belirtmekte fayda var, mesela bin sayfalık bir roman okumuşsam, o bin sayfalık anlatıda bazen tek bir cümleye takılmış olabilirim. O cümledir beni etkileyen, döner döner okurum. Yıllar geçer gene okurum. Yaşar Kemal de okurum, Orhan Pamuk’u da aynı zevkle okurum. Beni etkileyen iyi romanlar, aradan yıllar geçtiği halde hatırladığım romanlardır. Çevreme de onu söylerim, aradan yıllar geçtiği halde hatırladığın roman hangisiyse senin romancın, odur, diye.

On İki Dağın Sırrı; Girişteki muazzam anlatıya konu olan Rayber’in “büyülü konağı” gerçekte var olan bir yapı mı? Siz kitabın tam olarak neresinde duruyorsunuz? Kitapta ustalıkla kurulmuş onlarca karakterin anlatıcısı olmakla birlikte, özdeşlik içinde olduğunuz bir karakter var mı?

Son sorudan başlayayım, özdeşlik kurduğum bir karakter oluğunu sanmıyorum. Anlatıda ortaya çıkardığım kahramanlar, tarihin bir yerinde yaşamış insanlar, isimleri gerçek, geçtikleri yollar hala var, ama onlara ses veren, giydirip yeniden o yollarda bir ata bindirip koşturan benim. Onların ne yapacaklarını merak ederek yazıyorum. Rayber’in konağı da gerçek. Sonradan Cumhur Başkanı olan Cevdet Sunay Paşa’nın bir dönem içinde kaldığı taş yapı, Rayber’in konağıdır. Haçeli’nin yaşlıları derdi, ‘Cevdet Sunay Paşa, kıymamış Kızılbaş geleneklerinin resmedildiği alçı kaplamayı sökmeye, askerlerine emir vermiş, resimlerin üstünü sıvayla kapatmış. Bu konak, bir kayalığın üstündeydi, üç dört çocuğun rahatlıkla gömme içliğine oturacak büyüklükte pençeleri vardı.

Gece kelebeği kitabınızda; Mülkiyet – değerler ilişkisi üzerine ters orantı kurulmuş romanda. Romanda bu duruma bağlı yaşanan kırılma ve ayrışma Dersim için kaçınılmazdı diyebilir miyiz?


Dersim’in hikayesi Cumhuriyet ve Mustafa Kemal ile başlanmış bir mesele değildir. Bu hikayenin geçmişi çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçiş hikayesine kadar gider. Dersim diyarında hala, dağa taşa inanan, taşlara kapanarak içlerindeki bireysel tanrı ile ilişki kuran birileri var. Cami yolu bilmiyor, kilise bilmiyor, cem evi bilmiyor! Ziyaret dediği ağaçlar, pınar başları, taşlar, dağlar. Tanrısıyla ilişkisini doğa üzerinden kuruyor. Bugünün Türkiye’sinde dahi bu tartışmaları görmek mümkündür, İslami kesime göre Alevi ve Kızılbaşlar henüz putperesttirler, sekülerizm (Kemalizm ve Sosyalizm gibi akımlar)a göre ise bunlar feodal ve ilkel insanlar. Türkiye Cumhuriyeti modernizmin yükselişte olduğu bir zamanda kurulmuştur, M. Karakurt bu dönemin en çok okunan milli edebiyatçısıdır. Karakurt, ‘Dağların Vahşi Kızı’ romanında bu yöre insanları için, “o kadar vahşilerdi ki, cami yolu dahi bilmiyorlardı. Hangi dine ait olduklarını da bilmiyorlar”… Bu ifadenin açılımı şudur: Kürtler dediğiniz Müslüman, oysa içeride bir halk daha var, dinler çağını dahi yaşamamışlar. Benim tarih algımda Dersim meselesinde, fail var, kurban var ama suçlusu yoktur! Kim gelseydi bu olay yaşanacaktı. Mülkiyetle kurulan değer ilişkisi de buradan ileri gelmektedir. İnsan, çocuk, koyun yavrusu kaderdaştır. Tarlaların, mal mülkün karın doyurmadığı bir yokluk dünyası var orada.

Küçük bir kızın, Gülüzar’ın gözünden aktarılmış bir tanıklık var. Gülüzar babasının öldürülmesi sonrası sessizliğe gömülür. Romanın sonunda bu sessizlik bozulur. Gülüzar, Dersimlilerin temsilidir diyebilir miyiz? Bütün tanıklıklarını yıllarca konuşmaktan çekinmiş bir halkın temsili.

Eğer bir acı konuşmak yerine sessizliğe gömülmüşse, kendisini dinleyecek birini bulamadığı içindir. Anadolu’da bu kadar güçlü olan halk müziğini de ben buna yorarım, derdinizi anlatacak kapınız yoksa susuyorsunuz, sonra mırıldanıyorsunuz, bu bazen ağıt olmuş, bazen masal yoluna başvurmuş. Dersim kendi acısını, Dersim dilinde ağıtlar yoluyla söylemiş aslında. Bölgede yerel derlemecilerin topladığı sayısı on binleri geçen ağıtlar var, bu ağıtlarda sanki bir mahkeme katibi tutanak tutmuşçasına, olaylar, yerler birebir o ağıtlar yoluyla yöre insanın hafızasına kaydedilmiş. Dersim, ölmüş yavrusunun ölüsü üzerinde inleyen anne gibi inlemiş, ses vermiş, ama bunu kendi yerli dilinde yapmıştır. Gece Kelebeği romanın bir yerinde küçük kız ile annesi bir dağ başına varırlar, yer gök sessizdir, sadece rüzgarın uğuldayan sesi gelir, Fecire Hatun ağlar taşlara kapanır, o taşlarla konuşur. Küçük kız, daha sonra bu olayı anlatırken, bu taşları yerin kulaklarına benzetir. Bu çok manidar bir durum, memleketimizde ne çok dert vardır, komşusu tarafından dahi duyulmayan. Ermeniler, Rumlar, Yahudi, Türk, Kürt, Zaza, Arap, Süryani ne derseniz…

Dersim’in kelebeği Erzincan Türkmen köyüne bir nefes uzaklıktadır, Bingöl Kürd dağına da, bir pencereden kalkan kelebek diğer pencere pervazına konar, ama insanımıza düşmanlık öğretilmiştir, memleketimizin acısı dilsizdir. Sanki bir el başkasının acısını dinlemeyi yasak etmiş insanımıza.


Dersimin biraz da kalanların aslında kadınların hikayesi olduğunu söylemek mümkün mü? Yaşananların ve kültürün aktarıcısı olmuşlar. Yani biraz da kadınların mücadelesi üzerinde duruyorsunuz.


Mücadele bir bilinç işi, ben bilinçsizlik üzerinde duran biriyim. Bilinçli insan dirensin, savaşsın, ya da akıl yürütsün, ama hayatın başka bir şey olduğuna inanıyorum. Bu kavga döğüşü yapan da bana göre ilkel dönemden kalma erkek egosu. Hala avcı döneme ait genlerimizin esiriyiz. “On İki Dağın Sırrı” romanı aslında üstesinden gelinemeyen bu erkek egosunu anlatır, o savaşmak istiyor, yakıp yıkmak! Oysa Gece Kelebeği’ne gelindiğinde bu savaş olmuştur, geride çocuklar ve kadınlar kalmıştır. Savaşın girdiği her coğrafyada olan Dersim’de de olmuştur. Geride kalanlar yeni bir hayat kurarlar. Bu hayat yaralı bir hayattır ve gene doğanın kendini üretmek istemesinden başka bir şey değildir. Her küçük topluluk nereden geldiğini bilmek ister, ne yaşadıklarını duymak ister. Ergenekon Destanı, ya da Kawa destanı hikayesi de bu arayışların ürünü değil midir? Bilim insanları farklı bir şey mi yapıyor, onlar da ‘biz nereden geldik’ izini sürüyor. Dişi olan doğuruyor, bildiğimiz ne anne kuş yavrusunu terk ediyor ve ne de insan anne…


Ben bir mücadeleden ziyade doğaya ait olan bir şey görüyorum orada. Yavrusunu almış dağ dağ gezen bir anne, bu annenin dünyasını kim yıkmış, Paşalar, generaller, askerler, erkekler, erkekler ve gene erkekler… belki bundandır, kadınların polis olmasını, dağa çıkmasını kabullenemeyişim. Kadınlar silahlanmasın, aksine erkekler silah bırakmalıdır.

Ejmanın Rüyası kitabınızda, Babil tımarhanesinde üç devrimci bölümü muhteşem. Burada Babil kulesi metefor olarak mı kullandınız?

Bir arabada geçiyordu konuşma, metafor işin kolayıdır, biz onun fabl haliyiz. Metafor canlanmıştır ok hikayede, arabanın arka koltuktuğunda oturan devrimci iki arkadaşına Trabzon doğumlu olan Ermeni yazar L. Surmelian’ı sorar ve diyalog şöyle sürür: … “Leon Surmelian’ı okudunuz mu,” dedim. İkisi aynı anda, “Ne dedin?” diye cevap verdi. “Leon Surmelian,” diye tekrar ettiğim. Miro, “Lan bırak bu edebiyaı medebiyaı, kafamızı s.kecen gene şimdi…” İsmail, derin bir kahkaha attı. “Senin bu Babil Tımarhanesi ne oldu?” Gülduüğüm, hapiste sık sık okuduğum o siiri hatırladım. “Biz Babil kulesinin işçileriyiz, c◌̧alı dökeriz, başımız da bir tanrı, severiz taparcasına onu. Ama, ama kardeşlerim neden anlam birimiz ötekimizi… Dün düştü kuleden Mehmet, o tanrı olunca büyüklerimiz davaya bize anlattı, biz ağladık. Neden be kardeşlerim neden herkes başkasını nasıl öldürdürüldüğünü düşünmekte bu Babil’de. Neden yaptığımız bu kule yükseldikçe biz düşmekteyiz? Biz çlürken nasıl oluyor da onlar yenilmez oluyor?” … “(Ejma’nın Rüyası, Bab Tımarhanesinde Üç Devrimci)

Ejma’nın rüyası ve değirmen de saklanma süreci Anne Frank göndermesi mi?

 
Bilmiyorum ki, Anne Frank’ı orta okul yıllarımda okumuştum. Hatırladığım küçük bir kız çocuğu saklandığı mahzenden dışarı bakıyordu… olabilir! Keşke içimdeki seslerin kaynağını bilebilsem, dediğim çok olmuştur.

Sanat/edebiyat, istemediğimiz, yapamayacağımız, yaparsak bizi yaralayacak dayatmalara karşı durma konusunda yeni yollar açabilir mi sizce?


Günümüz sanat ve edebiyatı büyük bir yol ayrımında. Biri, “gençler okumuyor abi” dediğinde, kendi kendimle konuşuyorum, iyi de neden bu gençler binlerce yıl öncesinin masallarını halen okuyabiliyorlar. Kırmızı Başlıklı Kız, ne bileyim, Bin Bir Gece Masallar’nın Sihirli Lambalar’ını okuyarlar da yeni edebiyatı neden okumuyorlar!… benim de anlamadığım bir şey var, insanlığın deneysel edinimi, yani bilinci kırılma yaşıyor! İnternet kırıyor ve yeni bir nesnellik ortaya çıkarıyor. Bana göre o masallar gibi iyi edebiyat kalıyor, günlük kaygılar, siyasi eğilimlere yazılanlar ise yok oluyor. Sanatçı kendini toptan arındırmalı, toptan karşı durmalı. Dünyanın düzenine itiraz edenin tarzını da reddetmeliyiz. Sadece insanı anlatırsak o yeni yol görülür olabilir diye düşünmüyorum ama seziyorum diyebilirim.

Son olarak, yazmak isteyenler için önerileriniz nelerdir? Bu konuda verilen ilk öneri, çok okuyun olmaktadır. Sizce çok okumak, yazmak için yeterli midir?

Bir yazar çok okumanın haricinde nelerden beslenmelidir? Günümüz okuru, okuduğu yazarlardan daha çok kitap okuyor diyebilirim. İsviçre’de kitapçıları gezerim, dünya kadar yeni kitap ama hangisi iyi bilmiyorum, yazar arkadaşlara sorarım şu nasıl, bu nasıl, diye… inanın, henüz aha şu yeni yazarı okudum, çok iyi diyeni duymadım. Ama kitapçılarda kitap karıştıran insanlara soruyorum, bir çırpıda şunu okudun mu, bilmem şunu… o kitapları anlatırlar.

Çok okumak, yazarların ‘ben çok okuyorum’ egosundan ileri geliyor olabilir. Zaten yazan insanların yeni edebiyatı filan da takip ettiklerini sanmıyorum, onlar hafızlarını geçmiş okumalarda oluşturdu. Çok satana, çok tartışılana göz atıyor olabilirler… Olay şudur, yazmak zaman yiyen makinedir, birinci kural zamanınız olacak. İkinci kural kendinize ait bir dil oluşturmalısınız, yani başkasının dilini ve cümlelerini taklit etmemek. Nasılsan öyle olmaktır prensip. İyi de bu nasıl olacak, diyeceksiniz… ve elbette hakkaniyet ve mesafe. Yani roman karakterlerinize karşı hakkaniyetli olacaksınız, milli edebiyat, dini ya da sosyalist gerçekçi edebiyat türleri gibi bir karakteri ideal insan ipi diğerini hain göstermek edebiyatın “edep” halini incitir. Unutmayalım Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı bir katilin hikayesidir, ama hiçbir edebiyat okuru Raskolnikov’u katil olarak akıl etmemiştir. Aksine o katilin ruh halini yaşarız. Yaşlı bir kadın ile fukara bir hizmetçiyi öldürmekten daha vahşice ne olabilir! O hizmetçiyi evde bekleyen bir bebeği var mıydı diye hangi okur düşünmüştür! Edebiyat itham ve yargı işi değildir, tarihi haklı çıkarma meselesi hiç değildir bu… edebiyatın hikayesi insan ruhunun derinliklerine giden mevzuyu anlamaktır, Raskolnikov neden bunu yaptı diye anlarsak, insan öldürmeyiz!

Yazmak, sevdiklerinizin içindeki canavarı çıkarma sanatıdır, düşmanınız da ise merhametli bir yan arama işidir! Uzun oldu ama ben bir oyun yoluyla yazarlığa giden yolu buldum… en sevdiğim insanlarda kötü bir yan aradım ve bunları günlükler şeklinde yazdım, en sevmediğim insanlarda ise, ‘ama bu yanı da iyi bunun’ deme yoluna gittim. Çünkü ‘Babil Tımarhanesi’ dediğim hapishanede, sizi bir koğuşa koyarlar ve sevmediğiniz insanla beraber yaşamak zorunda kalıyorsunuz, ben sevmediğim insanlarda iyi bir yan aradım ve o Haçeli köyünü böyle buldum. O iyi yanla ilişki kurmayı bu yazı yoluyla öğrendim. Aşık olduğumuz insanlar dahi o aşk bittiğinde canavara dönüşmüyor mu? Öyleyse o canavarı arayalım, ben içimdeki canavara hikayeler anlatan biriyim. Hikaye dinlesin uslansın istiyorum ruhumu kemiren acı…

Çok acılar yaşadım, ölüm oruçları gördüm, çocukluk arkadaşlarımı, ülkemi her şeyi kaybettim, hiçbir yakınımın ne düğününe ve ne de cenazesine katılabildim. Sürgündeyim, memleket acısı yüreğimi yakıyor, öfkeme hikayeler anlatıyorum. Tek arzum ölmeden babamın mezarına gidip kapanmak, ben geldim, oğlun, masallarını getirdim, demek… kader kimseyi hasrete mahkûm etmesin… hasreti yazıyoruz. Özlemini duyduğunuz bir aşk, hayalini kurduğunuz bir dünyanın resmini çizmektir bu iş. Mutluluğa giden yol hayalden geçer, hayal kurmak, iyi ve güzel şeylerin hayalini…

Yazı-Yorum Dergisi 36. sayı

Sosyal medyada paylaşın
        
   
Continue Reading
You may also like...
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

4 × four =

More in Dersim Edebiyatı

To Top