Connect with us

Dersim News, Dersim Haber, Dersim

Ateşe Verilmiş Ruhumuza Dua

Dersim 38

Ateşe Verilmiş Ruhumuza Dua

Perperik-a Söe (Gece Kelebeği), sadece Dersim toprağının iniltisi olarak da okunabilinir. Çünkü Dersim toprağına çocukların acısı düşmüştür.
Ateşe Verilmiş Ruhumuza Dua

Hüseyin Kalkan

Katliamdan artakalan bir avuç Dersimli ve onların katliamdan kurtardığı bir avuç Ermeni, sığındıkları Dersim’in iç dağlarında jandarmaya, açlığa ve eşkıyalığa karşı hayata tutunmaya çalışırlar. Erkekler, ya öldürülmüş ya askere alınmış ya da sürgüne gönderilmiştir. Tarlalarda ekinler yakılmış, süt ve çift hayvanlarına el konulmuş, çocuklar ve kadınlar için ot ve yaban meyvesinden başka yiyecek bir şey bırakılmamıştır. O otlar ki çok yendiğinde beslemek yerine, zehir olup çocukları öldürmektedir.

Perperik-a Söe (Gece Kelebeği), sadece Dersim toprağının iniltisi olarak da okunabilinir. Çünkü Dersim toprağına çocukların acısı düşmüştür. “Ulu tanrı arştan çıkıp gelse de bu toprağın inlemesini durduramaz” artık. Ancak Haydar Karataş, tarihsel bir arka planın ve zamanın ortasında yazmaya başladığı için, ortaya çıkan, çoklu okumalara da açık bir metindir. Tarihsel-sosyolojik bir okuma olabileceği gibi, kültürel-antropolojik bir okuma da mümkündür. Kendini yerel tatlara bırakıp yerel bir metin olarak da okunabilir Gece Kelebeği.

 

Hozat’tan başlayarak İpek Yolu’ndan geriye doğru giderseniz Ermeni kıyımına, eğer Fatma Hanım’ın katırının izinde yürürseniz Dersim’in yitik kızlarının öyküsüne varırsınız. Perhan’ın bir kış gecesi otların arasında çıkarıp, teline vurduğu ve cem kurduğu sazın sesine takılıp bir Alevilik okuması da yapabilirsiniz. Her halükarda ceset kokan vadiler, canlı canlı yakılan insanlar, yakılan tarlalar ve köylerle bu cumhuriyetin ne menem bir cumhuriyet olduğunu anlarsınız ve o günün bugüne ne kadar benzediğini görerek şaşırırsınız.

Dersim üç kere yıkılmış, üç kere yeniden kurulmuş. Atatürk ve adamları, öyle bir yıkmış ki bir daha yapılamamış. İlk o yıllarda görülmüş Atatürk’ün fotoğrafı Dersim’de. Vadilerin hâlâ ceset koktuğu günlerde. Bu günün cevval toplum bilimcilerinin “celladına aşık olma” diye tanımladıkları süreç, işte o günlerde başlamış. H. Karataş’ın anlatısı buradan başlayarak yayılan büyük bir anlatı, başka anlatıları çağıran.

Eğer Dersimliler, Sultan Baba dağını küstürmeselermiş, askerlerin başına ateşten taşlar yağdırır, onları bu kutsal topraktan uzak tutarmış. Ağalar ve aşiretler arası kavga onu küstürmüş. O, artık sadece acının vurduğu kadınlara kol kanat geriyormuş. Kızını boğan Haskar’ın aklını alıp tanrıya vermiş, unutsun ve yaşabilsin diye. Saklandığı yerde, jandarmanın sesi gelince, kendilerini duyduğunu sanıp, ağlayan kızını hazır tuttuğu iple boğmuş. Sultan Baba dağı olmasaymış derdinden ölürmüş, ne olduğunu anlamasın, kendi kızını niye boğduğunu bilmesin, unutsun ki, düşmanlık denen şeyden uzak kalsın diye aklını alıp tanrıya vermiş.

 

O zamanlar sadece insanlar değil, tarlalar, ormanlar ve hayvanlar da zulüm görmüş. Dersimin ormanlarını ceset kokusu almış, insanların cenazelerini gömmelerine bile izin verilmemiş. Sahipsiz kalan has kangallar, Hozat Alayı’nın çöplüğüne düşmüşler. O kangallar ki değil jandarma, jandarmanın kokusunu bile aldıklarında kudururlarmış. Tarlalar yakıldığında, hayvanlar sürülüp götürüldüğünde, herkes anlamış ki Abdullah Paşa çocukların açlıktan ölmesini istiyor. İşte kaçırılıp götürülen ineklerden biri, iki gün sonra çıkıp köye gelmiş ve sütünü sunmuş Dersimli yetimlere. Kaç çocuk o kış ölümden kurtulmuşsa, bu ineğin sütü yüzü suyu hürmetine kurtulmuş. Memeleri en büyük inek oymuş, sütü en bol olan da. Belki de bilmiştir dönüp köye gelmese bütün çocukların, otun acı suyuyla zehirlenip yavaş yavaş öleceklerini. Şimdi çocuklar onunu sütünü içerek, yaza çıkacaklarımış. Artık kaç tanesi çıkarsa. Kimse bilmese de o, mitolojik hayvanların soyundan kutsal bir inekmiş. Sadece o değil, Kolsuz Musa’nın ineği de jandarmanın bastığı otu bile yemezmiş.

DİLİN ŞİDDETİ

Dilin şiddeti, daha çok ötekileştirme üzerinden tartışılır. 38’de yaşanan ise, doğrudan dilin çıplak şiddetidir. Bölgede sadece dört kişi vardır Türkçe bilen. Bunlardan ikisi devlet tarafından buraya yerleştirilen muhacirlerdir. Türkçe bilmek bir statüye dönüşür, insanlar devlete bir şey anlatmak için onlara muhtaçtır. Fecire Hatun, kovulduğu evini geri almak için Fevzi Müdür ile görüşmek zorundadır. Bunun için en değerli varlığını tercümana vermek üzere gözden çıkarmak zorunda kalır. Fevzi Müdür, Kürtçe bilmektedir. Ancak yine de Dersimlilerle, tercüman aracılığı ile konuşmayı tercih eder.

İhsan Sabri Çağlayangil, Elazığ’da idam edilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının da Türkçe anlamadıkları için, “idam tune, idam tune” diye kendilerini ölüme götüren karara sevindiklerine tanıklık etmişti. Karar metninde ‘idam’ sözcüğü yokmuş, oysa ki onlar, en çok bu sözcüğü tanırlarmış Türkçe adına.

RUHU ATEŞ VERİLMİŞ MAZLUM BİR HALK

“Cem öyle bir şeymiş. Cem tutulduğu zaman, insan turna kuşu gibi kanatlanır uçarmış.”(220) Ama Ankara’daki paşanın yaptığı ilk şey bunu yasaklamakmış. Ozanın elinden saz, pirin dilinden “hu” alınmış. Gulbend yasaklanmış, semah durmak suç sayılmış. Ozan sazına vurduğunda, pir kalkıp semaha durmasa oturduğu yerde çatlarmış. “Şimdi yasakmış, yoksa gağand gecesi cem tutmak lazımmış. Hele Hese Gaj, Ermeni arkadaşı Mam’la bir de saz çalsaymış, kış mış kalmazmış, ahırlar bereketlenir, ağaçlar meyvenin ağırlığından boyunlarını yere kadar eğermiş. Ama ortalık hükümetin adamları ile kaynıyormuş. Yoksa eskisi gibi gulbend tutulurmuş. Zaten gulbend yasak olmasaymış, aşiretler de hükümete karşı gelmezmiş.”(218)

Cumhuriyetin, jakoben karakteri zaten tartışılmaz. Yukardan modernizm, Dersime tankla tüfekle girmiştir. Bu halkın kendine has Alevi-Zaza-Kürt kültürü ve buna tekabül eden yaşam tarzı, yeni egemenlerce bir tehlike olarak görüldü. Asimile ve entegre edilmek istenmiş, ancak sistem kültürel ve ekonomik olarak kifayetsiz olduğundan dolayı, şiddetle “tenkil ve tedbil” yoluna gidildi. Böylece bölgenin ulus devlete entegre edilmesi planlandı. Doksan yıl sonra yine feodalizmi tasfiye etmekten söz etmeleri, Türk modernizminin ne kadar pespaye ve zalim bir modernizm olduğunun göstergesidir. Zaten Reyber söylemişti, “bu gelen zulümdür.”(201)

Bütün bu zulmün ortasında yine de semah dönülür. Gece yarıyı geçtikten sonra, Perhan üç telli sazı odunların arasından çıkarıp teline vurur. Cem bir daha kurulur. Bir daha semaha durulur, gök kubbe sarsılır, taş duvar titrer, toprak kıpırdar. Bir avuç kadın ve çocuk “halla halla dertler yok ola, düşmanlar dost ola”(219) diye yakarır.

Bir sürgün daha yaşanır. Biraz daha azalırlar. Yollarda, istasyonlarda kayıplara karışırlar. Dönenler azalarak döner. Yeniden cem kurulur. Ölenlere ve yitenlere ağıtlar yakılır. Bir gün Haydar Karataş diye biri çıkar, Perperik-a Söe (Gece Kelebeği) diye bir roman yazar ve mazlum bir halkın, yakılmış ruhuna bir dua gibi okuruz.

(*) Bu yazı 12 Haziran 2010 da Birgün gazetesinin Kitap ekinde yayınlandı.

Sosyal medyada paylaşın
        
   
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

two × 5 =

More in Dersim 38

To Top