Dersim 38
Dersim: Geçmişteki ve Gelecekteki Jenosid
1937/1938’de Dersimliye ‘resmi bakış’ şuydu: “Dersimliler (…) hususi bir ırktandır. Dersim’i boşaltmak gerek. Biz yapmasak bu iş çocuklarımızın üstüne kalacak. (…) Dersim’de medeni adam yavrusu büyümez.”
ALİ TOPUZ – Radikal
“Sonsuza dek yaşayan Roma değil
Evrendeki yeridir insanın.” (Osip Mandelştam)
Dersim bir tabu. Başbakan’ın özür içeren dar anlamda “Dersim” tabusunun kırıldığını düşünebiliriz, ama geniş anlamda, Dersim’in bağlandığı bir başka tabu var ve mevcut hükümetin, devletin kurumlarının o duvardan ileri gidemeyeceğini öne sürebiliriz. Dersim’in hukuki ve siyasi anlamıdır o duvar. Adını koyup devam edelim: Soykırım tabusu.
Dersim’in kaderi 1935’te çıkan Tunçeli’nin İdaresi Hakkındaki Kanun’la çizilir. Kanun, henüz olmayan bir il yaratıp, ona vali ve komutan atanacağını öngörür. Kanunda, bir il kuruluşuyla ilgili bir yasama işleminde rastlanması mümkün olmayan hükümler yer alır: Bu, vali ve komutanın olağanüstü hal ve askeri harekat yetkileriyle donatıldığı bir ceza kanunudur gerçekte. Vali-komutan ikilisi diktatör gibi tanımlanır. Savunma hakkı süre ve delil toplama bakımından yok edilir. Kararların temyizi yoktur. Cezaların (Onay yetkisi TBMM’de olan idam dahil) infazı ya da tecili vali ve komutanın tekelindedir. Yargısız sürgün yetkisi verilir. Ceza hukukunun temel “geriye yürümezlik” ilkesi askıya alınır. Buna bir vekil (Hüsnü Kitapçı, Muğla) itiraz eder, sonuç alamaz. Bir vekil cevaben (Raif Karadeniz, Trabzon) kanunun olağanüstü hal kanunu olduğuna, hükümetin dört yıllık yetki istediğine işaret eder. Nitekim 1939’a geldiğimizde kanun yapıcılar nezdinde artık Dersim sorunu kalmamıştır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın ve Karadeniz’in cümleleri, olağanüstü hal hukukunun nasıl kolay ve pervasızca olağan hukuku kenara itebileceğini gösterir. Kanun, önceden tanımlanmış bir bölgeyi, üstünde yaşayanlarla beraber (Ki Şükrü Kaya onların “bozulmuş Türkler” olduğunu düşünür. Aslen Türk’türler der, ama sonradan Kürtlere karışarak bozulmuşlardır.)
Görüşmelerde hakim bir vurgu var: Ortada aslında ciddi bir şey yok, ama bir an önce harekete geçip halletmemiz gereken sorunlar var! (Görüşmeler ve kanun maddeleri internette bulunuyor.)
Sadede gelelim:
Soykırımı tanımlayan ve cezalandırılmasını öngören uluslararası Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. Maddesi:
“Soykırım oluşturan eylemler:
Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.
a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;”
Burada a) maddesi en son Başbakan’ın özür dilediği konuşmasında açıkladığı sayılarla zaten karşılığını buluyor. Dikkat: Soykırım tanımı için sayıların önemi yok. b) maddesi de Başbakan’ın özründen sonra çeşitli basın yayın organlarında aktarılan tanıklıklarla zaten karşılık buldu. Tecavüzler bu baba girecek en önemli vakalar arasında. Necip Fazıl’ın anılarında da bol bol malzeme var. Son yıllarda derlenip yayınlanan mağdur anlatımlarını saymıyorum bile. c) Sürgünler bunun için yeterli; sürgün koşullarına dair anlatımlar da. d) için doğrudan bir kanıt yok, fakat hamile süngülemek, bebek kafalarını süngülere geçirmek gibi fiiller hem c hem de d içinde düşünülebilir. e) ise zaten kayıtlarla biliniyor: Binlerce çocuk ailelerinden alınıp başka ailelere verildi.
Soykırım tanımı için, yani suçun oluşması için, bu beş maddenin bir veya bir kaçına uyum yeterli; hepsine uyum gereksiz.
Tartışılacak noktalar:
Bu eylemler sistematik mi? Çünkü soykırım için kasıt yeterli değil, onu uygulayabilecek teşkilat gerekli. Tunceli kanunu bu teşkilatı kuruyor zaten, olası en geniş yetkilerle.
Dersimliler özgül bir ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grup mu? Sorun, aslında Dersimlilerin kendilerini nasıl tanımladığı değil, keza Dersimlilerin “bilimsel açıdan nasıl tanımlandığı, tanımlanacağı” da değil, o zaman bu işi yapanların neyi nasıl tanımladığı.
1935’te, girişte anılan kanun görüşülürken Şükrü Kaya bize bir tanım veriyor, özet: “Türk asıllı ama dağlarda bozulmuş.” Buradaki tuhaf ifadeyi, kanunun çizdiği sınırla birlikte düşünerek, şu sonuca varabiliriz: Onlara Kürt denilmiyor, dolayısıyla bu harekat, yapanlar açısından “Kürtlere yönelik bir harekat” değil. Bunun yerine “Kürtler veya Kürtlük tarafından bozulmuş” Türklerden bahsediliyor. O halde, kanun koyucunun ve harekat uygulayıcılarının gözünde etnik açıdan bir melez grup söz konusu. Soykırımı cezalandırmaya yönelik hükümler, soyun saflığıyla ilgilenmez, ilgilenemez (soyun saflığını araştırmak zaten cezalandırılacak suçlardan biri), harekete geçenler açısından tanımlı bir soy (melezlik de dahil) söz konusuysa suçun oluştuğunu dile getirebiliriz. Kaya’nın o konuşmasında “Alevilik” zikredilmese de Şah İsmail atfıyla ima edilen bu.
Kasıt var mı peki? Kastın varlığı, Dersim Harekatının oluş biçiminden çıkarılabilir; ama yukarıda özetlenen kanun bile tek başına yeterli. Yok etmenin “topyekün” olması da gerekmez; ifade açık: “Tamamen ya da kısmen…”
Harekat sırasında Dersimlilerin devlet ve kamuoyu nezdindeki tanımı iyice muğlaklaşır; fakat hedef alınan grubun “insanlık”tan çıkarılıp tamamen başkalaştırılması zaten bu suçun işlendiği yerlerdeki söylemsel stratejilerden biri. Kriminizalize etme (hepsi hayduttu) ve şeytanlaştırma (eğitime, insani ilişkilere gelmezler) dönemin hem siyasilerinin hem de basınının söyleminde mevcut.
Devletin söyleminde hedef alınan şey üç etnik/ulusal ve bir dinsel kimliği (Zaza, Kürt ve ikisi tarafından bozulmuş Türklerden oluşan, “arkaik öğeler taşıyan” bir Alevilik etrafında birleşmiş bir bütünlük) “melez” bir grup. Irksal saflığın yüksek değer sayıldığı yıllardayız ve etnik/dinsel “melez”lik, yok edilmesi gereken bir “ilkel”lik olarak dönemin yönetiminin hedefi. (Yanlış anlaşılmaya karşı not: Önemli olan, harekat yapanların neyi nasıl tanımladığıdır, yoksa bilimsel, etnolojik tanımlar değil.) Ayrıca dönemin bütün yetkilileri ve onların günümüzdeki vekilleri, Dersimlilerin “devletin öngördüğü düzene uymak istemedikleri” de sık sık vurgulanır ki bu da gerçekte sözleşmedeki tanımda açıkça görülmese de, kapsama giren “siyasal ve sosyal bir grup oluşturdukları”nı gösterir.
Y Mazhar Aren’in, Cumhuriyet gazetesinde 29 Haziran 1937’de çıkan yazısı, bu söylemin prototipi:
“Dersimlileri Türk sananlar var.
(…) antropolojik evsaf (vasıflar, nitelikler; parantez ve vurgulamalar bana ait) ile Türk başkadır. Dersimli başkadır. Türkçe başkadır. Zaza dili başkadır. Bunlar benim kanaatımca tarihin pek eski zamanlarından beri o sarp dağlarda barınan ve kimse el değdirmediği için münkariz olmayan (çökmemiş, batmamış, yani yok olmamış) hususi bir ırktandır.”
Devam ediyor: “Dersimin ıslahına gerek yok. (Yazının tamamı, bunun imkansız olduğunu söylüyor zaten.) Temdide (uzatmaya) gerek yok. Dersim’i boşaltmak gerek. Biz yapmasak bu iş çocuklarımızın üstüne kalacaktır. (…) Bunlar müterakki (ilerlemiş, gelişkin) köylere iki-üç hane verilmiş olsalar, hem şekavetten, hem cehaletten, hem iğfal olunmaktan kurtulurlar.
Ve sözünü bağlıyor:
“Dersimde medeni adam yavrusu büyümez.”
NOT: Yazıya, Cuma günü devam edeceğim. Bu sefer iki yakın tarihli mahkeme kararını ve “isyan vardı, gereğini yaptık” söylemini ele alacağım. Bu söylem, “gelecekteki jenosid”lerle ilgili çünkü.