Haberler
Mehmet Ayvalıtaş’ın Ardından Gökteki Kuşlar Ağladı
Mercimek çorbasıyla, karışık dolmayı çok severdi. Yürüyüşe katılacağını öğrenince, mahsus yemek daha pişmedi, bekle, dedim. Ama ‘Olmaz, arkadaşlarıma söz verdim, o zaman yumurta kır’ dedi. O bizim ailenin nazlısıydı, hiç kırmazdık. Onu da Tayyip aldı. Yumurtasını yedi, beni öptü, gitti. Son öpüşüymüş. Hani artık anneler ağlamayacaktı..
Dersimnews.com – Yurt Gazetesi’nden İnci Hekimoğlu, Gezi Parkı eylemlerinde hayatını kaybeden Mehmet Ayvalıtaş’ın acılı ailesiyle görüştü. İşte o röportaj…
“Gezi” olaylarının ilk kurbanı Mehmet Ayvalıtaş’ın evini arıyoruz. Önce “Ağaoğlu” bloklarının ve yeni sitelerin içinden geçen caddeye, sonra tam karşısındaki sokağa yöneliyoruz. İki taraf da aynı mahalle adıyla anılıyor. Bütün direniş simgelerini imha etmeye, solun mücadele tarihini belleklerden kazımaya yönelik uygulamaların en önemli merkezlerinden birine getiriyor, adres bizi: 1 Mayıs Mahallesi… Artık “Atakent” olarak biliniyor.
12 Eylül öncesinde solun en önemli kalelerinden olan 1 Mayıs Mahallesi, o dönemde de faşizme karşı çoluk çocuk direnerek yakın tarihin en önemli sayfalarından birine imzasını atmıştı. Devrimciler 70’li yıllarda, Anadolu’dan göçüp gelenleri kıskaca alan arazi mafyasını çökerterek ele geçirdiği bu bölgeyi halkla birlikte inşa etmiş, ihtiyaç sahiplerine vermişti.
Kişisel olarak belleğime kazınan dönem fotoğraflarından biri de, Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki toplu yargılamalardandır. 1 Mayıs Mahallesi davasında bembayaz sakallı tonton dedeler, daha evinin bahçesine çıkamadan mahkemeye çıkan bebekler, genç kadınlar, delikanlılar, yüzlerce kişi sanık sandalyesine oturtulmuştu.
AİLESİ KAPIDA KARŞILADI
Ümraniye her dönemde iktidarların hedefinde oldu. 1995 yılında, Gazi Mahallesi olaylarından sonra yaşanan ve cezasız kalan katliam da bunlardan biriydi. Belleğime biriken bunca hukuksuzluk, bunca anıyla, daracık sokaklardan birindeki, iki katlı, epey eski bir o kadar da tanıdık evin önüne geldik. Belli ki bu ev, benim anılarımdan çok daha fazlasını taşıyordu, fazlasına tanıktı.Bütün o geçmişin yüküne eklenen yeni acıların ağırlığıyla çıktık, daha birkaç gün önce Mehmet’in koşarak inip çıktığı daracık, derme çatma merdivenlerden. Mehmet’in annesi, babası, kardeşleri, yeğenleri hep birlikte karşıladı bizi.
Acıyı yeniden tazelemek, henüz alışmaya çalıştıkları o kocaman boşluğu deşmek zordu. Ama bir rakamla geçiştirmek, yaşanan vahşetin sonuçlarını unutturmaya, olacak yeni kayıpları arttırmaya ortak olmak, zulme alıştırmaya çalışmalarına izin vermekti sanki. Öldürülenler, gencecik yaşlarında gözlerini, kulaklarını kaybedenler, yaşamla ölüm arasında gidip gelenler… Evlatlar, kardeşler, eşler, nişanlılar… Erdoğan’ın insandan saymadıkları… Onun “Sünni vatandaşları”ndan, onun “dindar-kindar”larından, onun “yüzde 5o’lik” oy sandıklarından, onun “bizden” dediklerinden olmayanlar.
‘YAŞAMAYANA ANLATILAMAZ’
Mehmet tam bir emekçi. Bir ağabeyi bir de ablası var. İkisi de okuyor. Baba Ali Ayvalıtaş kalbinden rahatsızlanınca, fedakârlık yapmak Mehmet’e düşmüş. Liseyi bırakmış, babasıyla birlikte semt pazarındaki tezgahta yerini almış.
“Son birkaç aydır, pazarda bile iş yapamaz hale geldik. İnsanlar fakirleştikçe pazara bile çıkmaz oldu. Mehmet baktı işler kötü, ‘baba başka bir iş yapayım ben’ dedi. Bir lokantada iş buldu. 4 aydır falan garsonluk yapıyordu. İki ay sonra da askere gidecekti. Hep ben şehit olacağım, derdi. Oraya gidemeden burada şehit oldu.”
Baba Ali Ayvalıtaş, zorlukla anlatıyor Mehmet’i bize. Ve hemen her cümlenin sonunda “Onu tanımanız lazımdı. Onunla yaşamayan onu tanıyamaz. Bunu evladım olduğu için söylemiyorum” diyor. Mehmet’in ölümü duyulur duyulmaz, başsağlığına koşanları anlatıyorlar, hep birlikte. “O kadar yardımsever, o kadar fedakârlıktan kaçınmayan biriydi ki, sevmeyen yoktu. Pazarda poşetlerini taşımaya yardım eder, çağırana koşar giderdi. Evi görseydiniz, cenazesi kaldırılırken, çarşaflı, tesettürlü doluydu. Çok severlerdi. Biz hiç insan ayırmadık ki.” Bu son cümleyle birlikte gözleri yaşla doluyor. En çok hazmedemedikleri de, bir kez daha ‘ayrım’ nedeniyle can yitirmek.
‘DAYISINI UNUTTURDU’
Anne Fadime araya giriyor: “Mehmet bana dayısını unutturdu.” Öğreniyoruz ki; Mehmet’in dayısı 1996 yılında Iğdır’da askerliğini yaparken ‘intihar’ ettiği haberi gelmiş. “Sonradan bizi ziyarete gelen asker arkadaşları, intihar etmediğini, Alevi olduğu için komutanının vurduğunu söyledi. Ama hiç bir şey yapamadık, o dönemde.” Baba Ali Ayvalıtaş dayanamıyor, yanaklarından yaşlar süzülürken bastıramadığı bir öfkeyle “Biz oldum olası baskı altındayız. Askeri de koruduk, devleti de koruduk. Ama böyle işte…” sözleriyle, diyemediklerini bizim anlamamızı ister gibi kısa bir suskunluktan sonra sürdürüyor: “Bizim suçumuz ne? Alevi olmak mı? Şah İbrahim’in soyundanız. Biz halkımızı ayırmayız, insan ayırmayız. Şunu da söyleyeyim. Ben Mehmet’ten korkmuyordum. Hiç ilgilenmezdi, politikayla. SODAP’lı olduğu yazıldı ama değildi. Ben abisinden korkuyordum. Ama 3. köprüye Alevileri katleden birinin ismini vermesi, gençlere ‘çapulcu’ demesi, yatak odamıza kadar girmesi herkesi isyan ettirdi.”
‘ONU TAYYİP ALDI’
Anne Fadime, kucağından hiç ayırmadığı Mehmet’in fotoğrafından gözlerini ayırarak “Halk yürüyüşünde halka kurban etti kendini” diyor ve o günü anlatıyor: “Mercimek çorbasıyla, karışık dolmayı çok severdi. O akşam da onları pişiriyordum. Akşam geldi, anne çok açım, yemek yiyip hemen çıkacağım, dedi. Yürüyüşe katılacağını öğrenince, mahsus yemek daha pişmedi, bekle, dedim. Ama olmaz, arkadaşlarıma söz verdim, o zaman yumurta kır, dedi. O bizim ailenin nazlısıydı, hiç kırmazdık. Onu da Tayyip aldı. Yumurtasını yedi, beni öptü, gitti. Son öpüşüymüş. Hani artık anneler ağlamayacaktı…” Biz de kendimizi zor tutuyoruz, utanıyorum, ağlamamaya çalışıyorum. Bir saat sonra gelirim diye çıktığı eve bir daha dönemiyor Mehmet. Ölümü bir trafik kazası olarak geçse de, olay sırasında yanında bulunan iki yeğeninden biri olan 14 yaşındaki Okan’ın anlattıkları, pek ‘kaza’yı tarif etmiyor:
“Mehmet ağabey, ben ve Seyit, birlikte gittik. E 5’te yürüyüş istikametine işaretler konup, yol kapatıldı. Tam yürüyüş başlamak üzereydi ki, siyah camlı, beyaz bir araç hızla üstümüze sürdü. 300-400 METRE mesafe vardı ama hiç frene basmadan üstümüze geldi. Kaçışırken, yolun diğer yanına düştük, o sırada gelen cip çarptı. Bir baktım Mehmet ağabey kanlar içinde, hemen birkaç kişi kucağımıza alıp bir arabayla hastaneye götürdük. Ama…” Aynı olayda ağır yaralanan Mehmlet’in dayısının oğlu Seyit ise hayati tehlikeyi atlatmış ama hâlâ tedavi görüyor. Okan, yaşadığı travmanın etkisiyle kimseyle konuşmamış. Onun “kanlar içindeydi, kucağımda taşıdım onu” derken, yaşadığı acının ve şokun izini ömür boyu taşıyacağını tahmin etmek zor değil. Hepimiz için zor olan bu görüşmeden ayrılırken Ali Ayvalıtaş şunları söylüyordu: “İnsana zulmetmek, Allah’a zulmetmektir. Biz bir genç verdik. Başka gençler ölmesin.”