Haberler
Dersim’de Bir Gezintiden Notlar
Murat Duran*
Dersim’de eğer bir gezintiye çıkıyorsanız, bunun sıradan bir gezinti olmasını bekleyemezsiniz. Çoğunlukla bu gezintiden sonra anlarsınız. Gerek muhteşem doğasıyla gerek her karış toprağa saçılmış acısıyla, vahim anısıyla ritüel duygularınızdan arınmak durumundasınız. Empati yapmaya gerek yok görebilmeyi öğrenmek yetiyor fazlasıyla.
Devrimci mücadelenizde “görmeye” başladığınız andan bu yana bir olay yaşanır ki ister tüm yaşananların devamı olsun ister artık olay eylemini yitirip sizin için olguya dönüşen bir eylem olsun “ bütün bunlar bir yana bu bir yana” şeklinde etkiler insanı. Evet bütün öznel duygularımla nesnel konuşmaya cesaret ederek şunu söylemeliyim ki ruhunuzu saran bu durum artık sizin için bir dönüm noktası haline gelir. Bir film izleyerek, bir kitap okuyarak ve ya daha farklı olarak “farklı” bir insanla tanışarak da bunu yaşabilir insan. Beni devrimsel anlamda duygusal olmakla eleştirebilirsiniz. Hiç çekinmeyin devam edin.
Dört arkadaştık. Ticari bir taksiyle ticari amaçsız Dersimli bir aileye yardım için gidecektik. Rehberimiz indirilmesi gereken bir kamyon samandan bahsetmişti. Dersimin kırsallına, dersimdeki köy kültürü ve bizim neticede birer sosyolog adayı olmamız durumu fazlasıyla ilginçleştirmişti. Heyecanlıydık. Hazırlıklar yapıldı, gerekli eşyalar, elbiseler alındı. Arabaya bindikten sonra kafamızı camlara dayayıp muazzam sonbahar manzarasını izlemeye koyulduk. En güzel İlkay akaya şarkıları ard arda çalınıyordu. Müzikle görsel estetikle büyülenmiştik. Laf aramızda en patavatsızımız bile dinginleşmişti. Uzak yerleri düşünüyordu.
Rehberin “geldik” komutuyla gördüğümüz düşten uyandık hep birlikte. Dikkatimizi ilk çeken şey köyün dağınık yerleşik ve sessiz görüntüsüydü. Nihayetinde genç kuşaktık filmlerde izlediğimiz 90’lı yıllarda ki boşalan köyleri anımsatmıştı. Alışık olunanın aksine evlerin önünde çocuklar top oynamıyor, köyün yaşlıları kapı önünde oturmuyordu.
Evin önüne vardığımızda üst üste saman çuvallarıyla dolu kamyon evin önünde park etmişti. Ev tek katlı duvarları taştan yapılma iki tarafı ona yapışık ahırlarla desteklenmişti. Bizi ilk karşılayan amcaydı. Yaklaşık 65 yaşlarında saçı sakalı ak, içtiği sigaradan bıyıkları kızılımsı bir renk almıştı. Daha görür görmez bize bakarken bakışlarındaki tuhaflığı sezmiştim. Mas mavi gözleri, elindeki asası ile heybetli kızıl bıyıkları ile tanrının çobanı gibiydi. Kahvaltı yapmaya teklif etti bizi. Kabul etmeyip bir an önce çalışmak istediğimizi söyledik.
Sırtımızda saman çuvalları ile dışarıdan ahıra saman taşıyorduk. Keçiler saat 10 olmasına rağmen içerde duruyordu. Çünkü kimsesi yoktu eşinden başka. Hikayelerini biliyordum. İki çocukları vardı. Böyle bir babayı ve anneyi oracıkta yalnız bırakacak kadar çok inanmışlardı davalarına. Her şeyi geride bırakarak. Her şeyi göze alarak.
Alışılmışlık veya alışamama çoğu zaman başa beladır. Ve biliyorduk bu aile asla iki evladının “yokluğuna” alışamayacak. Sonradan annenin bize duraksamalı bakışlarından bunu anlayacaktık. Neredeyse işimizi bitirmek üzereydik. Anne yoktu çıkmıyordu dışarı. Böyle bir durumda bizi görmemek isteyişi hoş bile karşılanabilirdi. Çünkü biz çocuklarını anımsatıyorduk ona. Onurla bezenmiş bir annenin kırgınlığı anlamak, tahmin etmek gerçekten zor. Uçurumun eşiğinde olmak gibi bir şey. Sonradan meşru yalnızlığını, üzüntüsünü bozmaya karar vermiş olacak ki yanımıza geldi. Gözleri buğulu bir boşluğu arar gibi baktı bize. En güzel melemeni, en güzel keçi yoğurdunu paylaştık sofrada. İçimde hep eksik veya hep fazlaymış gibi bir izlenimle kalktım sofradan. Gülmek gerekiyordu ara sıra. İhmal etmedik. Anne ve babanın kendi aralarında ki diyaloga hayran kaldık. Ana erkil ekonomi sistemi karşısında babanın mizahi direnişlerine Zazaki kültürü üzerindeki atışmaları üzerine kendimizden geçtik. Ve olmasından korktuğum o ayrılık sahnesi…
El öpme ve vedalaşma kısmında ben en şansız olanıydım. En sona kalmıştım. Bu sahneyi anne defalarca yaşamıştı elbet, deneyimliydi. Tekrar, duygusallığın etkisini, şiddetinin azalmasına yetmemişti. İlk arkadaşımızın, annenin ellerini öpüp tokalaşmasından sonra hıçkırıklara zemin hazırlanmıştı. Ben en sonuncusuydum. En kederlisiydim. Ellerini dudaklarıma ve alnıma götürdükten sonra öyle sarıldı ki bana bırakmak istemedi. Oğlunu bağrına basar gibi bastı yüreğine. Hıçkırıklarını susturmak ve daha fazla acı çekmemesi için kurtulmak istedim. Başaramadım. Zihnim yorulmuştu, pes ettim.
Biz gidenleri anımsatan geride kalan birer aldatmacaydık. Kendimizi aldatmaktan başkasını anımsatmaktan ve türümüzün birer sahte kopyası olmaktan başka bir şey değildik. Bizim savaşımız kendimizleydi oysaki. Belki de daha çok ruhani. Ve neticede yıkılmış ordular kadar yeniktik. Devrim neydi? Susmak, ağlamak ya da halay çekmek miydi? Devrim elinde roket atarla yoldaşlara baklava ikram etmek miydi?
Devrimi meşrulaştıran geride yaşanmış yüz binlerce olgu ve olaylar bütünü müydü bu son çeyrek saatlik suskunluk? Sustuk, ağladık ama halay çekecek kadar pişkin değildik henüz.
*Öz geçmiş:
Murat Duran(1989) Diyarbakır’da doğdu. Mustafa kemal üniversitesi turizm bölümünden, siyasi faaliyetlerden dolayı atıldı. Şu anda Tunceli üniversitesi edebiyat fakültesi sosyoloji bölümü 4. sınıf öğrencisidir.