Haberler
Hüseyin Aygün Yazdı: Hatırlamak
Duvarda kırmızı gagalı, uzun kuyruklu bir Acem kuşu halıya örülmüş, diğer duvarda Zülfikâr elde Oli, güzel yeleli evcil aslan’ıyla. Yatak Aliyê Gax’ınmış, otuz sekizden beri orada dururmuş.
Dewa Khuresu “tas” içindeymiş; çeperdeki üç yüz yaşındaki koca gövdeli ağaçların yapraklarından içindeki sessiz cemxane’ye, kapısında nöbetçi yuvarlak yüzlü pir’den arka bahçedeki palamut ağaçlarına, mabet içinde bir oyuk duvarda dizili tozlu kitaplardan tarladaki otları kırt kırt kemiren uzun ince yüzlü, bakır sakallı keçilere kadar tarih kokarmış. Serviler içinde bir mezelxane’si vardır ki, hikâyeleri Selçuklu, Osmanlı sultanlarına, kılıcından kan damlayan “kelleci paşalara” götürürmüş. Sanki burada Balzac, Tolstoy ve Stendhal yatar, öyle görkemliymiş taşları. Sultanlar hiddetli fermanlarla burada dikili dev taş komete’leri kaç defa yıkmış, beyaz pırenli adsız köylüler hangi cesaretle yine dikmiş, kimseler bilmez. Otuz sekiz ağustosunda Yeresk’ten getirilenlerle beraber çadırları kuran askerlerin de ilk işi tıpkı yüz yıllar evvelki gibi komete’leri ve koyun figürlü mezar taşlarını kırmakmış. Kometeler, duvar üstü yalın zülfikâr kılıç, uzun gagalı kuş, tij, ay ve yıldız desenli, koyun figürlü lahitler halka cesaret vermiş. Uzun, ince, yiğit bir aşiret silahşörünün boyuna uygun mezar taşları içine, yalnız Sultanlara başkaldıran yiğitler, Fizan’a, Trablusgarb’a yollanan dilsiz mefiler değil, yürekler gömülürmüş. Bu köy, bizim heybetli Duzgı’nin kısa boylu, bilge ve inatçı babası Kureyş’in mekânıymış. Kaç yüzyıldır meymanlar’a eski zamandan kalmış cenk hikâyelerini anlatırmış.
Yıllar önce, bir yaz günü, tij mezelxane’yi ve üstünde biten otları kızartır, böcekler cırcır öterken, köyden de eski ulu meşelerin altından sessizce köye girdim, kometeler’i huşuyla selamladım, adına Ali Kızılkan derler bir kızıl yanaklı pir’i elinden öptüm, keçinin sakalını kardeşçe sıvazladım. Benden önce, sabahın ferfecirinde oraya çıplak ayaklarla yürüyerek gelmiş, kurban kesen, ziyarete yüz süren, elindeki niyaz’ı birine vermeye can atan genç kadınlar, Farsi deyişler okuyan yaşlılar vardı. Cemxane içi serin ama yapayalnız bir odaya girdim, kapısı üç defa öpülmüş, başka bir pir bağdaş kurmuş, gözlerini iki defa açmış toplaşmışlara “Sinop Kalesi” hikâyesini anlatmakta. Bir eski devirde, padişahların sürgüne gönderdiği insancıklar, Sinoplunun başına bela olan dev ayı’yı, uzun keskin kılıçlarıyla öldürmüş, böylecik padişah’tan “af” almış ve yine Dewa Khuresu’ya dönmüş. Boş bir odaya daha girdim, kızıl telli bir somya, üstünde tertemiz beyaz el işi desenli bir örtü, ortasında bir dürbün vardı. Duvarda kırmızı gagalı, uzun kuyruklu bir Acem kuşu halıya örülmüş, diğer duvarda Zülfikâr elde Oli, güzel yeleli evcil aslan’ıyla. Yatak Aliyê Gax’ınmış, otuz sekizden beri orada dururmuş.
Aliyê Qax, on yedide Ruslar, Erzincan’ın ardından Pülümür’ü işgale kalkınca önünü kesen aşiret milisinin başındaymış. Soa Thola’da Rusları durduran, Feme’de karargâhlarını basan, Xorumdüzü’ne kadar işgalci kovalayan “milisler” içindeymiş. Ruslar on yedi devriminden Erzincan ve Erzurum’dan çekilince Aliyê Qax’a Osmanlı hükümetince madalya verilmiş. Ancak otuz sekizde artık doksanına yakın bir çınar iken yaşadığı Sogayige’den alınıp, ailesiyle birlikte Mazgirt’e götürülüp kurşuna dizilmiş. Kır insanı, iyi ve güzel olanı unutacağını bilmiş, ama kabullenmemiş, hatırlamak için, dağları, ağaçları, nehirleri kutsamış. Duzgı, Munzur, Goçgar, Zel, Xaskare böyle doğmuş. Bazen dev lahitlerle mezarlar, kometeler yapmış insan. Qax’ı hatırlatmak, yiğitliğini, cesaretini, “vatan savunmasını” unutturmamak için, öldürülüşüne bir isyan, işte bu sessiz köydekiler ondan kalan bir somyayı, bir de dürbünü korumuş, saklamış.
Deniz’in parkası, Hüseyin İnan’ın botları her yıl sergilenir, Berkin’in adına kaç sokak, kaç park, kaç sınıf ad değiştirdi, Ali İsmail Fenerbahçe’ye ve milyonlara mal olup, “düşlerinde özgür dünya” nasıl bir marşa dönüştü. İnsan hatırlamak istiyor her gün. Halkının yararını kendi hayatından üstün tutanların başına tarih boyunca gelen budur. Zeus’un gazabına uğrayacağını bilmesine rağmen insanlığa ateşi armağan eden Prometheus bir yüce kahramanmış ki, bedelini karaciğerinin her gün bir kartal tarafından gagalanmasıyla ödemiş.
Kahramanlar çağı bitmemiş. Manisa’daki o korkunç yeraltı patlayışında arkadaşları için madene inen ve boğulan mühendis Sinan Yılmaz, mahsur üç arkadaşını kurtarıp ölen sağlık teknisyeni Serkan Güneş, madenden çıktığı halde arkadaşları için yine aşağı inen ve bir daha çıkamayan İbrahim Çelik birer Prometheus ve Aliyê Qax değil miymiş?
Soma’daki madenin ağzı kalın bir betonla örülmüş, ol “felaket gün”de ölü işçilerin omuzlarda taşındığı geçitteki molozlar temizlenmiş, madenin kederli yolu, acılı bulvarlar genişletilmiş. Patlama sırasında toprağın dışarıya püskürttüğü boğulmuş sesler, simsiyah küller silinmiş, “nakit tazminatlar”, bolca “cennet” vaat edilmiş, isyan susmuş. O korkunç toplu işçi cinayetini Soma sanki hiç yaşamamış. Ne ölenlerin heykelleri, ne hâlâ yeraltında kimselerin adlarını bilmediği sessiz, sitemsiz, nefessiz madenciler. Ne onurlarına adları caddelere, meydanlara verilmiş adsız kahramanlar. Soma’ya acil bir müze lazım, işçi kahramanları hatırlamak için. Sinan’ın kızıyla fotoğrafı, Serkan’ın tertemiz sağlıkçı önlüğü, İbrahim’in bareti, kalbimize saplanan üç yüz bir’lerin anılarından oluşan bir işçi müzesi.
Hüseyin Aygün
BirGün, 12.6.2014
