Haberler
Dersim’den Lazkiye’ye Tekerrür Eden Bir Dram…
Düşmanların kendi karanlıklarında seni ”münkir ve münafık” ilan eden alçaklığın eteklerine tutunarak Dersim’de kafileler eşliğinde ölüme yürüttü, bugün ise Lazkiye’de tekbir getirip ”Alevileri mezara gömmeye geldik” diyor.
YİTİK BİR ÇIĞLIKTIR HAFIZAMIZ…
Ferhat AKTAŞ
Dersim’den Lazkiye’ye tekerrür eden dram…
”Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.” (1)
Beni tarihin bir ‘süreklilik yasası’ gibi önümüze çıkardığı tekerrür eden dram düşündürüyor. Gerilerde kaldı dediğim her yanılsamalı anda hatırlatıyor kendini yaşanmışlıklar. Uzaklara dalıp gecenin sessizliğine aldırış etmeden bir şiire odaklanıyorum. Belki teselli halidir şiire bu vakitler sığınmam. Ne var ki mısralar alır götürür seni geçmiş zaman dediğin gerçekliğe…
Bu gece beni alıp savuran şiirle yolculuğum köklerimize doğru olsun istiyorum. Belki zamane durağanlığın basitliğinden uzaklaşıp doğayı renklendiren çiçeklerin arasına karışmalıyım/ karışmalı mıyım?
Bilemiyorum…
Bahara tutulan bedenimle uzandığım yeşile kesen toprakta çiçekleri mesken edinen kelebeklerin, yaban arılarının daireler çizen uçuşlarına tanıklık etmeliyim. Kekliğin ötüşüyle, şahinin süzülüşü ile bütünleşmeli yolculuğum.
Alaca karanlıkta esen dağ rüzgârına tutulmalıyım. Çam ve meşe ormanlarında mola vermeli, toprağı eşeleyerek yeryüzüne sızan su birikintisinde yıkamalıyım yüzümü.
Hayır! Bahara değil ayaza kesen tarihimizin derinliklerine yürümeliyim.
Adım adım aştığım her patika nereye çıkarır yolumu? Eğer ıssız kalan bir yıkıntıya çıkarsam orada efkârın tonlarında söylenen ezgilere ve anımsanan yaşanmışlıklara dair kayıtlar düşmeliyim. Düşebilirsem eğer…
Kulaklarımla duymak istediğim sesin, gözlerimde tarihi hatırlatan coğrafyamızın yaşanmışlıkları canlanmalı. Hayatın gerisinde sandığım, vakti zamanında kalan dramları görmenin acısı zor gelecek biliyorum. Esaret ve zulüm hikâyelerini geride kalanların dilinden lirik anlatımlarla aramalıyım…
Bizi zulmün kol gezdiği kan ve revan yaşanmışlık bugüne getirdi. Kapanmayan bir esaret acısı var bedenimizde. Çıplak gözle seçilemeyecek derinlikte küllenen acımız. Her dokunuş kanatır onu/ortak hafızamızı.
Bizi tarihin kahredici labirentinde vagonlara doldurup ya ölüme ya gurbet ellere sürgüne gönderdiler. Dün Dersimde ölüme ramak kala vagona doldurulan bugün Lazkiyede bir kamyonetin kasasına zincirlenmiş şekilde bağlanıp bilinmeze götüren zihniyet bir ‘süreklilik yasasının’ halkaları mı?
Aliyyel Mürteza’nın yolundan yürüdüğümüz, Kerbela’nın evladı olduğumuz için her devrin zalimleri hakkımızda fetva verdi, kılıç kuşanıp kanımızı akıttı, kalem kırıp darağaçlarına yolladı…
Dün Dersimde vahşetin sağanak halinde yağdığı puslu havada sığındığın mağarada seni ”fare gibi zehirledik” der, bundan övgüyle bahsederler.
Unutma; Sivas’ta Pirin Haydar’ı astıkları meydanda toplananlar aradan kaç asır geçse bile seni kapana sıkıştırdıkları Otelin içinde yakarken ateşin kıvılcımdan yangına dönüşmesini zevkle izliyor, ”yak ulan yak” diyordu.
Seni yolundan alıkoymak isteyenleri tanı…Gözyaşı döktün, ağıtla yürekten figan ettin ama yoluna devam ettikçe hep önüne çıkacak düşmanların pusuda senin.
Yol Temmuza çıkar yangın yerine dönen hafızamızda…Yol turna misali kanat çırpar karanlığın girdabında…Yol ateşin kavruk sıcaklığıyla yana-yakıla yürümektir şah’ın divanına…
Her kapının açılışında Şah’a gideceğin için yoluna kan kızılı engeller konacak, Anadolu’dan Akdeniz’e sırrına serini verecek yinede; yektir Ali, tektir Ali, Şahtır Ali diyeceksin…
Dram yüklü tarihimiz…Sırt çeviremeyeceğin ağırlıkta acılarla örülü.
Senin tarihinde bebeği göğsüne saplayıp öldüren annenin çaresizliği var. Aslında o an yavrusuyla ölen anneyi nasıl unutabilirsin?
İşte Dersim 38’in canlı tanığı Yamoş Bakıray tarihe not düşerken ortak hafızamıza şöyle sesleniyordu; ”Ortalık tam bir cehenneme dönmüştü. Saklandığımız yerde ağlıyor, korkuyor ve çığlığımızı içimize gömüyorduk. Aynı şey bizimde başımıza gelebilirdi. Kaçtık, ormanın derinliklerinde saklandık. Askerler daha sonra köyleri ateşe verdi. Askerler gittikten sonra saklandığımız yerden çıkıp köye indik. Cesetler yerdeydi hala. Her yer kan gölüne dönmüştü. Her taraf komşumuz, akrabalarımız ve tanıdıklarımızın cesetleri ile doluydu. Sonra tekrar ormanlık alana çekildik. Aylarca ormanda saklandık hiç inmedik. Gündüz mağaralarda saklanıyorduk, gece köylerimize gelip başıboş olan hayvanları sağıp süt alıp tekrar mağaralara geri gidiyorduk. Kadınlar çocukları ile birlikte mağaralara saklanıyordu. Bir bebek ağlamaya başladı. Yanındakiler kadına ‘çocuğu sustur, yerlerimizi öğrenirlerse gelip bizi de öldürürler’ dedi. Kadın emzirdiği çocuğunu göğsüne ağlayarak bastırdı sesi çıkmasın diye. Asker gittiğinde çocuk boğulmuştu.”
Düşmanların kendi karanlıklarında seni ”münkir ve münafık” ilan eden alçaklığın eteklerine tutunarak Dersim’de kafileler eşliğinde ölüme yürüttü, bugün ise Lazkiye’de tekbir getirip ”Alevileri mezara gömmeye geldik” diyor.
Tarih tekerrür ediyor…Dün Kerbela Dersim’di, bugün Suriye…
Sen, ağaca çivilenmiş Alevi bebesi gördün mü?
Sen, ”en küçük Alevi esir” denilen bebenin bakışlara şahit oldun mu?
Sen, tesadüfen bulunan toplu mezardan parçalara ayrılmış halde çıkarılan Alevi kadın ve çocukların parçalarını toplayanların dramına kulak verdin mi?
Anlatılan, anlatırken acılara boğan bizim/senin yaşanmışlığın. Dinle öyleyse…
(devam edecek)