Dersim Edebiyatı
Dersim Komünizmi-2: ‘Arı Kovanına Güve Girdi’
Dersim’in sanatçısı politikanın kürsüsünden slogan attı. Bir toplumun sanatçısı ve aydını siyaset kürsüne çıkmışsa, o halkın acıları dilsizdir, yuvasına güve girmiş arı kovanları gibi göç yollarına düşer, inler gezer.
DERSİM KOMÜNİZMİ-1 YAZISINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…
Haydar KARATAŞ
“…Dedem diyor ki, eğer insanlar atalarının adlarını bilmezlerse bozulur, kötü olurlarmış.
•Niçin?
•Dedem diyor ki, atalarının adlarını kim olduklarını unutanlar, kötülük yapmaktan utanmazlarmış. Çünkü o zaman insanın nasıl biri olduğunu ne çocukları bilirmiş ne de çocuklarının çocukları.
Asker gerçekten şaşırmıştı.
•Dedenin anlattıklarına kulak asma sen. Biz şimdi komünizm yolunda yürüyoruz, uzaya gidiyoruz, deden de kalkmış sana neler öğretiyor! Onu bizim politika kurslarına soksak hiç de fena olmazdı. O zaman eğitirdik onu…. büyüyünce okulunu bitirince, o gerici dedeni bırak çek git buradan. Kültürsüz cahil bir adam o.
•Ben dedemi asla terk etmem, çok iyi bir insandır o, dedi çocuk.” C. Aymatov, “Beyaz Gemi,” Sf. 112
Dede, bu yetim çocuğu Kırgızların ünlü destanı “Maral Ana” hikâyesini anlatarak büyütür ama köye bir gün çıkıp gelen komünist partisinin “sınıf bilinçli” unsurları onun hayal dünyasını allak bullak ederler. Oysa dedesi, ona sosyalizmi ne de güzel anlatmıştı? Yoksulların masallarında anlattığı mutlu hayatları var edecekti o.
İyi de bu gelenler, yoksulun binlerce yılda yarattığı hikâyeyi nasıl gerici ve feodal bulurlardı? Nasıl derlerdi deden, gerici onu bırak git? Hey Aymatov sen Rusya’yı mı anlatırsın yoksa Dersim diyarını mı? Bizde senin bahsettiğin insanlar toprağı bir kültür çölüne çevirdi ve aynen senin dediğin gibi unuttukça hikâyelerini kötü şeyler yaptılar…. Senin gibi bu acıları yazacak, onları eleştirecek romancılarımız olmadı. Dersim’in sanatçısı politikanın kürsüsünden slogan attı. Bir toplumun sanatçısı ve aydını siyaset kürsüne çıkmışsa, o halkın acıları dilsizdir, yuvasına güve girmiş arı kovanları gibi göç yollarına düşer, inler gezer.
Aymatov, Lenin edebiyat ödülü almış bir yazar. Yukarıda aktardığım romanı Sovyetler’in dünyaya meydan okuduğu 1960’lı yıllarda yazıldı. Dünyada ve o zamanın komünist ülkelerinde milyonlarca sattı, ödüller aldı.
Dersim’in sanatçısı politikanın kürsüsünden slogan attı. Bir toplumun sanatçısı ve aydını siyaset kürsüne çıkmışsa, o halkın acıları dilsizdir, yuvasına güve girmiş arı kovanları gibi göç yollarına düşer, inler gezer.
Dersim Komünizmi demem garip şekilde zorlarına gitmiş. Bağırıp çağırıyorlar, hakaretin biri bin para. Ben geçmişin yargıcı filan değilim, kimse de avukatı olmasın.
Yaralarımızı yazıyoruz, nasıl iyileşiriz, nasıl bir gelecekte çocuklar büyümeli… Devletler zalimdir onlara diyecek şeyim yok, ama bir ülkede Dersim’de olduğu gibi sol zalim olursa, dünya aklını kaybeder.
Alevi Hizbullah’ına yakınız dememin nedeni de bu yakın geçmiş deneyiyle ilgilidir.
Günlerdir genç bir kız yazıp duruyor, “abi diyor, demek teyzelerim senin gittiğin yatılı okulda okuyorlardı, demek sen onların çocukluğunu biliyorsun, çocuk yaşta ölümlerini…” Sonra kız kardeş yazıyor. Diyor, “ben o zaman yedi yaşındaydım. Şadiye ve Dilif ortaokulu yeni bitirmişti, annemiz kanserden ölmüştü, öyle yetim kalmıştık. Babamın onları liseye verecek parası yoktu.”
“Babam şehre çalışmaya giderdi, bazen köylerden kerpiç toplamaya, ben ve küçük kardeşlerim ölmüş annemizin kokusunu arardık bu iki ablamın yeni terlemiş memesinde.
Ne oldu anlamadık, bir gün ortadan kayboldular, meğer kaderlerine isyan etmişler, dağa gitmişler. Şadiye 15, Dilif henüz 14 yaşındaydı. Akşam gölgesinde kapı çaldı, çapraz fişekler asılmış, ellerinde silahlarla gördük onları. Çok güzel olmuşlardı, bizim korktuğumuz o devlet, ben onları görünce küçücük oldu sandım.”
Songül Yıldırım bir sorudan bin dert çıkarıyor. Bu dert bizi yirmi yıldır yedi bitirdi, diyor. Bazen isyan ediyor, dayanamıyoruz diyor, bu ülkede nereye gitsek boğuluyoruz, kaçıyoruz ama gittiğimiz yere acı hikâyemiz bizden önce gidip mekân kuruyor. Onu okurken yüreğiniz çatlayacakmış gibi oluyor…
“O olay yaşandığında yedi yaşındaydım” diyor, “soğukta dışarıda kalmıştık, abimin ölüsü bir taşın dibinde yatıyordu. Nedense ben onu orada uyuyor sanıyordum. Birazdan kalkacak korkudan yanan evlerimizi söndürmek istemeyen köylülerimize kızacak. Ve hayata kaldığımız yerden devam edecektik. Çocukluk işte akıl edemiyor insan.
Köylülerimiz korktu, kimse bizi içeri almadı, ocak ayında o karların içinde kaldık. Abimin eşi gidip taşın dibinde yatan ağabeyimin ölüsünü çekti yanımıza getirdi. Köpekler yermiş cesedi…”
Dilif dağda öldürülür, o yaş için suçlama ağır… Bir erkek militanın elini tuttu, derler. Şadiye kaçar, peşinden gelip evden alırlar, ona direnen ağabeyin kollarını bağlarlar.
Ağabey inatçı ayaklarını yere dayar gitmez. Kız kardeşine gitme, diren demiş. Vurmuşlar, yetmemiş evi ateşe vermişler ve kızı alıp Sıncık Dağı’nda ölüme götürmüşler. Yer Sin’in Meterşan mezrası. Yıl 1989.
Arjantinli büyük yazar J. Cortazer’in “aşağı cehennem yukarı cehennem” (Türkçe çevr.“Seksek”) adlı romanında der ya; “bundan sonrasını okumanıza gerek yok.” Evet bundan sonrasını okumanıza gerek yok, ancak yüreği kaldıran varsa devam etsin derim.
Dünyada sizler solcuların, ev yaktığını duydunuz mu? Dersim’de yakıldı, bir değil, on değil…
Devam edeyim, bir iki örnek daha vereyim, öyle bilmem hangi örgüt diye de aramayın, silahlı her örgütün yaptığından bir iki örnek yazayım ki adil olsun adaletsizlik.
Yıl gene 1989 yer Ovacık, biri kadın yedi köylü sol bir örgüt tarafından öldürüldü. Nedenini “partimiz yedi ajanı öldürdü” dediler. Peki öyle miydi?
Yıllar önce bu 7 köylünün karıştığı bir kavgada bir adam dört beş yaşlarında olan oğlunun yanında öldürülmüştü. Kavgada, atılan taş kafaya gelir ve baba ölür. Anne, küser yetim oğlunu alır Adana’ya gurbete gider. Çocuk orada büyüdü sol bir örgüte katıldı, geri Dersim’e geldi. Bir örgütün komutanı ve üst yöneticisi oldu o bölgeye gitti ve babasının intikamını aldı! Biri kadın yedi köylüyü öldürdü… Dersim Alevi gelenekleri kan davası güdülmesine izin vermiyordu ancak sol üzerinden bu cinayetler işlenebiliyordu…
Yıl 1992 yer Çemişgezek, Kürt örgütü üniversitede okuyan ailenin oğlunu kaçırdı. Karşıt görüştendi, ancak bu genç adam örgütün elinden firar etti. Örgüt köye geldi, babaya oğluna söyle gelip teslim olsun, dediler. Götürmedi ve geri geldiler, baba ve iki kızını üç renkli bezle boğdular. Oğul yıllar sonra “ÇIĞLIK” adında bir roman yazdı…
Yıl 1992 yer Mazgirt Bağın, sekiz köylü öldürüldü…
Yıl 1994 yer gene Çemişgezek, Ulu Kale köyü. Başka bir sol örgütün 12 militanını devlet katletmişti, suçlu yakındaki Sünni köy ilan edildi. Ulu Kale köyü 1879’da Sadrazam Ahmet M. Paşa zamanında işgal edilmiş bir Ermeni köyüydü, boşaltmış yerine Kafkasya’dan getirdiği Sünni Türkmenleri yerleştirmişti. İbadetlerini yapsınlar diye de bin yıllık kilisenin başına minare takmıştı. Hayatlarından memnunlardı, köyden solcu aileler de vardı. Örgüt köyü bastı içindeki tarihi kiliseyi (sonradan cami) ateşe verdi.
1993 yer Munzur Dağı’nın arka yüzü, Alevilere bakın “Sivas’ın intikamını alıyoruz” demek için Başbağlar köyü ateşe verildi. 33 köylü öldürdü…
Bunlar geçmişte oldu sanmayın, bugün, bir fırın işçisi günlerdir silahlı bir grubun elinde rehin. Çocuklar per perişan, baba yolu gözlüyorlar. Geçen yıl gene böyle bir işçi (taksici) tutuklanmıştı. 27 gün dağ dağ gezdirdiler, kalp krizinden öldü, çoluk çocuk yetim kaldı. Bir önceki yıl gene bir fırın işçisi karakola ekmek satıyor diye öldürüldü.
Edebiyat yukarıda bahsini ettiğim bu satırlar değildir. Edebiyat doğrudan şiddeti anlattığı andan itibaren aynen zehirlenmiş bu Dersim solu gibi zehirlenir.
İ.Beşikçi, Aytekin Yılmaz’ın “Yoldaşını Öldürmek” kitabı ile ilgili şöyle demiş: “Evet örgüt içi cinayetlere karşı sessiz kaldım.”
İç şiddette bana kalırsa Türkiye solu epey mesafe aldı, evet hâlâ kusurları var, ancak eskiden solun romantik bir yönü vardı; köylüyle tarla ekerdi, evsize gecekondu yapardı. Dersim’de olan deney ise bir yıkımdır ve bu gittikçe radikalleşerek devam ediyor.
Dersim’de bu olanları başka sol gruplar dile getiremezdi, ancak Beşikçi gibi F. Başkaya gibi aydınlar dur diyebilirdi.
Aymatov’un Beyaz Gemi romanın kahramanı yetim çocuk, Komünist Partisi’nin bilinçli komiserini dinledikçe, hayal dünyası yıkılmıştı.
“… askeri aracın şoförünün buradaki insanların Maral Ana’nın torunları saydıklarına onu inandıramamış olmasına şaşıyordu.
Oysa çocuk ona gerçeği anlatmıştı, hiçbir uydurma yoktu söylediklerinde…” (age)
Evet çocuk ona gerçeği söylemişti, ama komünist partisini temsil eden bu adam toplumları var eden bedensel yaratıdan ziyade onların ruhun hamuru olan hikâyede olduğunu bilmiyordu. Şohlov da romanlar da bu yabancılaşma için, canavarlık diyordu. Dersim’de kötü şeyler olmasının nedeni Dersim solcusunun kötü bir propaganda edebiyatının eseri olmasındandır.
Eğer 1980 öncesinin devrimcileri olsaydı Dersim’de yıkılmış o köyleri bir bir ayağa kaldırırlardı. Kazma kürek alıp kanal açarlardı, su getirirlerdi. Ey zulüm sen yıktın biz kuruyoruz derlerdi.
Ve eğer Victor Jara Dersimli olsaydı sazı bir elinde kazması diğer elinde şarkılar söyleyerek yollara düşerdi.
Ne acı ki, Dersim sanatçısı acının yanında olmadı politikanın sahnesine çıkmak için militandan daha militan kesildi. Örgüte destek vermeyenleri taşladı. Politikanın mikrofonundan, “siz kimsiniz Türk müsünüz Kürt müsünüz,” dedi. Beşikçi gibi evet yanlış yaptık alçak gönüllüğünü bilemedi.
Arı kovanına güve girdi, ruh kirlendi.
Dersim edebiyatı nerede mi derseniz, henüz doğmadı, bizler ara dönemiz. Bizden sonra gelenler, bu acıları ruhlarında harmanlayarak o büyük dramı yazacaklardır.
O zaman ruhu rahatlar bu toprakların.
21.09.2014
BirGün Pazar