Connect with us

Dersim News, Dersim Haber, Dersim

Hay Way Zaman: Geçmiş, Ne Zaman Geçer?

Haberler

Hay Way Zaman: Geçmiş, Ne Zaman Geçer?

Devlet denilen aygıt bu yasın sorumluluğunu üstlenmese de bu coğrafyadaki herkesin, kendisi işlemese de bu suçun ortağı olmaktan kurtulmasının yolu ise Dersim’de 1938 yılında gerçekte ne olduğunu öğrenmesiyle mümkün olacak. 

Prof. Dr. Selçuk Candansaya

Elif’in bellek ırmağı yetmiş beş yıl sonra kaynağına dönüp onca yıl takılı kaldığı akamama halinden sıyrıldığında, dağların arasında tutamaz bedenini ve yığılıverir otların içine. Yorgun ve kimsesizleştirilmiş bedeni nihayet yıkılan bentlerin arasında çağıldamaya başlar ve elinden koparılıp alınmış, geç kalmış, tutulamamış yası akmaya başlar.

Benim adım neydi? Bu dünyada hangi çocuk bu denli bir zulümle örselenebilir ki? Hangi amaç, strateji, hangi ülkü bir çocuğun ellerini ömür boyu silinmeyecek kan kokusuyla sıvamayı kendisine hak belleyebilir ki?

Beş altı yaşlarında Elif adlı bir çocuk olan geçmişini, seksen iki yaşında Emoş adıyla arayanın yasını paylaşabilecek var mı? Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın Dersim’in Kayıp Kızları çalışmalarının ikincisi ‘Hay Way Zaman’ bu toprakların, Anadolu ve Mezopotamya’nın yani tutulamamış yaslar, üstlenilememiş suçlar coğrafyasının belleğini, Emoş Gülver’in kendi çocukluğuna doğru geç kalmış yolculuğuyla kazıyor. Bir arkeologun geçmişte ne olmuştu sorusuna yanıt aradığı bir kazı faaliyeti gibi değil. Geçmişi içindeki çatlayıp tomurcuklanması engellenmiş tohumların yeniden beslenebilmeleri ve filizlenip yeşerebilmeleri için özenle, kırıp dökmeden, hırpalamadan belliyorlar.

hay-way-zaman1

Seyrederken, bildiğimizi sandığımız geçmişi bizim de belleyip, öğrenebilmemiz için. Emoş, kendi örselenmiş çocukluğunun topraklarına makineli tüfek seslerinin hala yankılandığı dere yataklarına ellerinde ağbisinin kan kokusuyla dönüyor. Gerçek adının Elif olduğunu öğrendiği amcasının oğluyla kıyısında durup, bizim akıp giden güzelim coşkulu bir deli su olarak gördüğümüz Munzur’un içine yığılmış anne baba, amca, kardeş bedenlerine bakıyorlar. Hatırlamak için değil, unutabilmek için…

Bellek, her ne kadar geçip gidenin akılda tutulması olarak bilinse de varoluş nedeni ileriye, henüz olmamış olana yöneliktir. Geçmişi, belleğimize gelecek için ekeriz. Tohumu ekip, çoğaltabilmek için toprağı bellemekle, bu günden geleceği üretebilmek için geçmişi bellemek aynı kökten gelmeseler de benzerler. Devam edelim, insanın bu dünyada insanlaşabilmesi ayağa kalkıp, ağırlık merkezini beline taşımasıyla başlar ve bel, aynı zamanda üremenin de kaynağıdır; kadının da erkeğin de ürerken belleri gelir.

Yaşayabilmek için bilmek gerekli; bilmek için bellemek, belleyebilmek için de bellek. Bellediklerimiz hayat ırmağı akıp giderken içine kattıkları, yanına alıp taşıyabildikleri olmalı. Hem bizimle beraber ve bizi oluşturan ve fakat aynı zamanda biteviye üzerine eklenenlerle çoğalan, değişen ve akıp giden bir nehir. Bellek, nehrin yatağı değil bizatihi kendisi; bünyesinde geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda taşıyan bir anların birliği olduğunda varolduğumuzu, yaşadığımızı, aktığımızı yaşantılayabiliriz. O vakit bellek bizi kendi zamanımızda taşıyan, örneğin Munzur olabilir.

Belleğin, Munzur gibi akabilmesi, geçmişin gerçekten geçebilmesi için ruhun örselenmemesi gerekir hele ki çocuklukta. Oysa bir zaman önce kardeşleri, anne babasıyla bir dağ yamacındaki tek göz evden alınıp, gün boyu yürütülüp, bir dere yatağı kıyısına dizilenlerin bellek ırmakları oracıkta kurur, suyun akışı durur ve dere yatağında takılır kalır hayat.

Kimseyi suçlayamayan ama bir suçumuz da yoktu, niye bize böyle bir şey yaptılar ki, diyen Elif’e, ‘dünyadaki dört hainden; biri fare biri kurt, biri domuz biri de Kürt’ den biri olduğunuz için; Şeyhül İslam Ebussuud efendinin ‘Kızılbaşları katletmek helaldir’ fetvası yüzünden; İsmet İnönü’nün, Fevzi Çakmak’ın, Celal Bayar’ın önerileri ve Mustafa Kemal’in de onaylamasıyla, Türk Ulusu inşa edebilmek için kıyıldınız demeye kim cesaret edecek?

Makineli tüfek sesleri boyunca çalıların arasında kalan, yanına gelip tüfeğini temizleyen askerin kendisini görüp görmediğinden, belki de gördü de görmezden geldi diye emin olamayan bir kız çocuğunun karanlık çökünce babasına koşması, yaralı ağbisiyle gece boyunca yürümesinin bedelini kim ödeyecek? Karanlık dağ yamaçlarında kendisine kan kokusunu bırakarak ellerinden sıyrılıp giden ağbisine ne olduğunu kim bulacak?

Elif çocuğu katillerinin arasında açlıktan ekmek aratan, ne olur beni öldürme diye yalvardığı ana dilini unutturan, herhalde o zaman Kürtçe mi konuşuyorum, dedirten kıyımın suçluluğuyla Elif’i ‘besleme, evlatlık’olarak alan subay ve eşi, ne kadar Türkiye gibi. Ellerine yüzlerine bulaştırdıkları suçlulukları, bu gün bile ne kadar canlı. Ölmesine gönülleri razı gelmeyen ama büyütürken de sevgi ve şefkatle değil de bir an önce ödemeleri ve kurtulmaları gereken bir bedelmiş gibi davranan.

Elif’in adını Emoş, Dersim’in adını Tunceli yapan; üzerlerine bombaları bırakırken, makineli tüfekle öldürürken en küçük bir tedirginlik duymayan, keçilerle insanları bir ve aynı görerek, vazifesini yapmaktan kıvanç duyan Sabiha Gökçen’in adını havalimanına veren devlet. O Sabiha Gökçen’in de aslında Ermeni olduğunu, başka bir kıyımdan devşirilip, katiliyle özdeşim yapan başka bir kurban olduğunu duymaya bile tahammül edemeyen bir devlet! O devlet için de geçmişin bir türlü geçemediğinin kanıtı.

Elif’in kızı Serpil’ e köklerine doğru yola çıkarlarken ‘gerçek varlığımın orada olduğunu, bu güne kadar bana ait bir yaşam yaşamadığımı hissediyorum’ dedirten örselenmenin kuşaklara aktarımından başka bir şey değil. Serpil’ de hayatı boyunca bir türlü anlamlandıramadığı, boşluk, ait olamama duyguları Elif’ten ona ikisinin de ayırtına varamadıkları bir ‘örselenme ekimi’.

Bellek örselendiğinde kendi derin kuytularına atıp, unutmaya çalışır maruz kaldıklarını. Elif, için bu unutma çabası adını, ana dilini dahi kapsayan bir çocukluğunun unutulmasına uzanır. Olmaz ama; örselenme onarılmazsa kuşaklar boyu adı konmadan aktarılır. İzleri bağlarından koparak, daha çok bir boşluk, boşuboşunalık ve yalnızlık olarak yaşantılanır. Emoş’un yapayalnız kadersizliği ellerini kavrayan amcaoğlunun, ellerini kaplayan zamanın kabuğunu ovalamasıyla geçmeye başlar. El ele yürürlerken arada kalan 75 yılı kıyısında durdukları Munzur’a bırakmak isterler. Amcaoğlu, anca Elif’e anlatabilir nehre yığılan cesetler arasında ana babasını aramaya korktuğunu, sadece bakakaldığını. Bakışı o zamanda durmuş, nehir onun için bir daha akmamıştır. Sanki bir tek Elif’le hatırlayabilirmiş, bir tek ona gösterebilirmiş, bir tek ona açabilirmiş gibi belleğinin kuytularını öylece bakarlar nehre, zamana.

Emoş teyze Dersim’e köklerini bulmaktan çok yasını tutabilmek için gitmiş gibidir. Ağbisini kaybettiği yerde onlara bu zulmü reva görenlere ilenmez de ağbisini koruyamadığına üzülür. O kadar örselenmiştir ki, kendisini suçlamaktan başka bir şey gelmez elinden. Dersim ağbisi, annesi, babası için bir mezar olmuştur. O toprağın bir parçası olarak Emoş’tan koparılmışlardır. Evlerinden kalmış olabilecek taş yığınlarında, otların, çiçeklerin arasında onlarla yeniden buluşur.

Evet, bir zamanlar o sarp dağların etekleri, deli çayların Munzur’a kavuştukları coğrafya onun memleketiydi. Annesi, babası, ağbisiyle tek göz bir evde yaşayan küçük bir kız çocuğuydu. Akrabaları, komşuları vardı. Bir dili vardı ve bir de adı. Her insan gibi, her canlı gibi yaşayıp gidiyorlardı. Sonra belki de en az kendileri kadar yoksul eli silahlı insanlar geldiler ve yurtlarından bir ulus devlet kurmak isteyenlerin emirlerini yerine getirdiler. O kadar insanlık dışı bir kıyım yaptılar ki, yapabilmek için kıydıklarının insandan sayılmayacağına hükmettiler.

Öyle büyük bir suç işlendi ki maruz kalanlar da suçlular gibi unutmak istediler. Öyle büyük bir suç işlendi ki maruz kalanlar çocuklarına kinlenmesinler diye anlatmadılar. Olmamış, yaşanmamış gibi davranmaya çalıştı herkes.

İdealler, ülküler, zamanın koşulları hiç birinin mazeret olamayacağı suçlardan biri işlendi. İnsanların sadece bedenlerine, canlarına değil bir halkın belleğine karşı da işlenmiş bir suçtu. Öyle ki yasını tutmaktan bile kaçındı herkes, bunca yıl.

Bir zamanlar hayata Elif olarak başlayan Emoş teyze, geçmişe, belleğine doğru çıktığı yolculukta kökleriyle, ona sadece acı, ıstırap ve kan kokusu verse bile buluşarak, amcaoğlunun okşayıp, onardığı elleriyle hatırlayarak, kaybettiği kendisini bulur. Artık tekrar Elif olmak değildir isteği, Emoş kalacaktır bundan sonra da. Mesele geçmişe dönüp orada kalmak değil, geçmişte gerçekten ne olduğunu hatırlayabilmek ve bellek ırmağının da kandan arınmasını sağlamaktır.

Emoş teyze tutmasına izin verilmeyen yası için mum yakıp, ekmek paylaşır. Geçmiş için değil gelecek için. Ona ve ailesine ve bir halka işlenmiş bu büyük suçtan arınmak yarına devam edebilmek, artık boşluk, anlamsızlık, kimsesizlik, yabancılık, kadersizlik duygularıyla değil, yaşadım ve devam edeceğim diyebilmek için yasını tutar.

O her ne ise Devlet denilen aygıt bu yasın sorumluluğunu üstlenmese de bu coğrafyadaki herkesin, kendisi işlemese de bu suçun ortağı olmaktan kurtulmasının yolu ise Dersim’de 1938 yılında gerçekte ne olduğunu öğrenmesiyle mümkün olacak. Affedilmek isteyenler için Emoş teyze, Hay Way Zaman’ın içinde sizi bekliyor…

 *Gazi Ünv.

KÜNYE
Hay Way Zaman
Yapım Yılı: 2013
Yönetmen: Nezahat Gündoğan
Yapımcı: Kazım Gündoğan

Kaynak: Ayrıntı dergisi

Sosyal medyada paylaşın
        
   
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

18 + ten =

More in Haberler

To Top