Haberler
Dersim’de Adkırım
Çevreme, gittiğim şehirlerde karşılaştığım Dersimlilere adlarını sorarım. Yarıdan fazlası yeni bir ad taşıyor, anne babasının verdiği adı anılarını siler gibi söküp atmış. Anne Hemlü diye ağlar, oysa o çoktan Rojhat olmuş.
Bense gözyaşının izindeyim. Dersim’deki bu isim değişimini sorup durdum kendime. Aslında Dersim tarihi bilmem ne denir ya, bu isimleri yıllara göre alt alta dizdiğimizde.
Dersim’in ideolojik tarihi ortaya çıkıyor derim ben.
Haydar KARATAŞ
Yıllar sonra Avusturya’nın Bregenz şehrinde küçük bir konferans salonunda karşılaştım onunla. Güzel giyinmişti, konuşurken sık sık yanındaki kadının kulağına eğilip bir şeyler fısıldıyordu. Sıram geçti, ön bahçeye çıktım. Soğuktu, dağın başını karlar almıştı. Nedense garip bir ağlama hissi vardı üstümde, o karlı dağdan bir keçi sürüsünün eğile kıvrıla geldiğini hayal ettim. Karanlıkta bir tren sesi duydum, birinin koluma dokunduğunu hissettim.
Baktım o, onun bir adım gerisinde kadını gördüm.
“Ben Rojhat, tanıdım mı?” Ro… roj.. Rojhat… havzalamda, o geçmiş kederli hayatın hiç bir durağında karşılaşmamıştım, gözlerin geçmişten derin bir bıçak izi gibi içimde de seni tanıyamadım demek istedim, ama o daha erken davrandı; sıcak eski bir dost gibi koluma girdi, çok önem verdiği belli olan kadına doğru itekledi.
“Sana anlatmıştım, yatılı okuldan arkadaşım…” sarsıldım. Kibar bir el hissettim parmaklarım arasında.
Avusturya aksanı ile, “Rojhat sizi bana çok anlattı” dili dönmedi Gece Kelebeği demeye, “Pechperıka Söe çok insani” dedi. Rojhat otobüste, durakta okurmuş, iş yerinden arayıp anlattığı dahi olmuş. Her akşam bu yabancı kadına memleket acısı anlatmış.
Koluma girdi, kadın onun koluna. Uzaktan bir hikâyeyi dinliyormuşum gibi hissettim kendimi, içeri götürdü. Başkaları ile tanıştırdı, oradan dışarı çıkardı. Bir hayalet gibi bir taksiye bindik.
Takside anladı şaşkınlığımı, “lan ben Ahmet…” Taksinin arka koltuğunda yeniden sarıldık birbirimize.
“İyi de adına ne oldu,” dedim. Yirmi yıldan fazla olmuş adını değiştireli. Annesinin resmini hatırladım. Hiç unutmam yatılı okulun yanında üç kara kavak ağacı vardı, oraya gelmişti, gerçi ne zaman anne babamız o yatılı okula gelselerdi o kara kavak ağaçlarına kadar gelirlerdi, ötesi Türkçeydi ve onlar dilsizdi. Babacığım da oraya gelmişti bir Hızır ayı. Kıl çoraplarını kalın bacağına kadar çekmişti, bıyıkları, kaşları kar tutmuştu, elinde kalın, eğri bir sopa vardı. Biliyordum bu dağı çıkıp gidecek, bizden daha şehirli olan yatılı okul öğrencileri benimle dalga geçecekti, ama olsundu onu çok seviyordum, ocak ayında dağları yarıp bizi görmeye gelecek kadar cesurdu. Kurt sürüleri mi vardı, varsın olsundu, hele çığ. O çığı bilirdi… Ahmet’in annesi ile babacığımın görüntüsü birbirine karıştı. Üst üste giydiği kalın elbiselerinin içine elini daldırmış oradan çıkardığı dut ve üzüm kurularını Ahmet’in önlüğünün cebine koymuştu. “Kimseye verme, akşam acıkınca ye.” Ahmet’ine ziyaret lokması dediğimiz yağlı gömme ekmeği getirmişti. O ne kadar güzel bir ekmekti, safi yağda yoğrulmuş, taşların altında pişmişti. Ayrılamadı, çekti çekti öptü Ahmet’i. “İyi arkadaşıydım,” dedi “bu o Haçelili çocuk değil mi?” Ahmet annesinin kucağında küçücük olmuştu, mutluydu. “He,” dedi. Beni de çekip öptü. “Arkadaşına da ver” dedi. Yeniden öptü oğlunu. “Ben öleyim Hemlü’me,” dedi. “Ez bıne nıka tode bımiri…, Hemlüm, Hemlü…”
Köydeki adı Hemlü’ydü. Devletle tanıştığında Ahmet, Avrupa’da Rojhat olmuştu. Tanrısı basit bir ziyaret taşıydı, o taş duyardı Hemlü diyen annesinin sesini. Dini Zerdüş olmuş.
Gururla anlattı, formlarını doldururken, biri ona sorarken dinini “Zaratusta” olarak söylermiş.
“Annen, adını değiştirmene o ne dedi?”
Şimdi size şunu dedi desem yalan olur. Unuttuğuma göre, demek ki ben her zamanki gibi kendi iç dünyamda bir yolculuğa çıktım.
O yolculuk üç yıldır devam eder.
Çevreme, gittiğim şehirlerde karşılaştığım Dersimlilere adlarını sorarım. Yarıdan fazlası yeni bir ad taşıyor, anne babasının verdiği adı anılarını siler gibi söküp atmış. Anne Hemlü diye ağlar, oysa o çoktan Rojhat olmuş. Bense gözyaşının izindeyim. Dersim’deki bu isim değişimini sorup durdum kendime. Aslında Dersim tarihi bilmem ne denir ya, bu isimleri yıllara göre alt alta dizdiğimizde Dersim’in ideolojik tarihi ortaya çıkıyor derim ben.
Bu isimler peşine düşerken, yıllara göre Dersim’in üç ilçesinin ad kronolojisini çıkarmaya çalıştım. Diğer ilçeler de var. Bu isimler arasında kendi çocukluğuma ait de isimler aramaktayım. Yazım hatası olanları yaşlıları arayıp soruyorum.
1942 öncesi Dersim adlarında çarpıcı olanlarını seçtim, bu seçim tamamen benim gönlümün tercihi, artık rastlanmayan yok olan adlar ve en çok kullanılan isimler.
O yatılı okul arkadaşımın gönlü hoş olsun diye onun adını öne alayım…
Hemlü, Memlü, Bokır, Sebır, Gagım, Rayber, Duzgın, Bıra, Hıdır, Sey Musa, Seydaga, Sey Rıza, Sa Heyder, Sayder, Sa Bıra, Dıl, Lıl, Sebrahim, Benz… Cemşi, Şemşi, Zarşi. Bılka, Boli, Bali, Sahl, Genç Ağa, Yarım Ağa.
Ya kadın isimleri?
Pule, Annı, Khare, Sari, Milte, Zelx(ğ)e, Altun, Meneş, Çibuğ, Varte, Sulte, Serayi, Eywe, Amina, Hemida, Marhatun, Heni(muhtemelen Xene) Perhan, Ejma, Hefe, Heve, Zeynem, Anike, Xece, Çir, Tacki, Xane, Serinca, Fecira, Peri, Dilife, Qume, Zeyna, Fener…
Çocukluğuma da ait olan bu isimden kaç Dersimli var çevrenizde bilmem.
1942 ile 1974 yılı aralığında en çok rastlanan isimler Aleviliği çağrıştıran isimler. Ali, Hasan, Hüseyin, Mehmet, Ahmet, Kemal, Cemal… Tabii bu isimlere 1938 öncesi de rastlanır, hatta başa baş dahi gittiği söylenebilir, ancak nüfus daireleri nasıl olmuşsa birkaç yerde Bıra ismini kabul etmişler, diğerleri değişmiş. Türkçeleşmiş adlar.
1972 Mayıs’ında Hozat’ta Ulaş ismi var. Gözden kaçırmadıysam, öncesi yok. Bu aslında onun devrimci dönemidir ki, sonrasında neredeyse doğan her üç çocuktan ikisinin adı, Mahir, Deniz, Ulaş, Devrim, Evrim gibi adlar. 1980 yılına yaklaşıldığında Devrim, Volkan gibi adların çoğalmış, ancak 1980 sonrası doğan çocuklara şiddeti çağrıştıran isimler görülür. Savaş, Barış, Eylem. 1992 yılına kadar sosyalist mücadele içinde devlet tarafından öldürülmüş devrimcilerin adları ya da o düşünceyi çağrıştıran isimler tercih edilmiş. 1992 yılında Mazgirt’te ilk Kürtçe ismin verildiği görülüyor. Agit. Kürtlüğü ve Kürtdistan mücadelesini çağrıştıran adlar, Berivan, Newroz, Serhat, Rojda… Ancak 2004 yılı sonrası Kürtçe adların yanında doğan çocuklara Zazaca adlar verildiği görülür. Asmen, Piya, Bursk, Sare…
Yerim bitiyor. 2010 yılına kadar göz ucuyla taradığım bu isim kronolojisi 1902’de başlar. Öncesi mahkeme ve tapu kayıtlarında vardır. Ancak Dersim’de sadece toprak kaynamamış, dağlar, taşlar göçmemiş, yörenin adbilimi yapı değiştirmiştir. Kürtçe ve Zazaca isimler de geçmiş ad kronolojisinde görülmüyor.
Gazetede okumuştum, Dersim Türkiye’nin en mutsuz kenti diye. Dersimli bazı aydınlar da, bunu aydın yanlarına filan bağlamışlardı. Mübarek, anne babasının kendisine verdiği, o adla ninnisini söylediği, hastalandığında adını anıp ağladığı, hapse düştüğünde arkasından gözyaşı döktüğü adını silip atmış. Kendisiyle, anısıyla barışık değil benim memleket, ama bağırıyor. Balığı koruyorum diyor, insanı ölümle tehdit ediyor, dağı seviyorum diyor, her dağa bir insan gömüyor…
Yüz yıl değil, seksen yıl önce Dersim’de doğan çocuklara verilen adların hiçbiri bugün yokmuş.
Evet, Dersim’de köy adları 1927-28 aralığında değiştirildi, ikinci büyük değişim 1964’deki kat kanunuyla oldu ve bu bütün Anadolu’da uygulandı. Bu yer adlarının değiştirilmesini sosyologlar özellikle İsrail devletinin Filistin’de, Sırıbistan’ın Bosna-Hersek’te uyguladığını söylerler. Türkiye’den iyi bir kent tarihçisi olan Orhan Esen’in de içinde olduğu akademisyenler buna “mekânkırım” diyor. Soykırım ve mekânkırımı beraber ele almak gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü mesele sadece o toprak üzerinde yaşamış insana ait izleri ortadan kaldırmak değildir, dağın, taşın adını da değiştirmek gerekiyor. Öyle ki üzerinde yaşayan bir daha hatırlamasın geçmişi. Oysa o dağın, derenin adı zaman kadar eskidir, önüne konup gömüş herkese ev sahipliği yapmıştır. Ancak eğer varsa bu mekânkırım ve soykırım onun Türkiye ayağında bir adkırım hikâyesi de var. Dersim’i dışında tutayım, çünkü o kendi kendini kıran bir toprak. Doğayı sevdiğini söylüyor, dereyi koruyor da, derede balık tutan insan için ölüm emri çıkarıyor.
BirGün Pazar
cesur yürek
17/01/2015 at 22:35
sizler her şeyin bahanesini başkalarında bula bula bu halkı tembelleştirmişsiniz.karnı ağrısa devlet yaptı diyerek bu halkı hep mağdur yapmışsınız.buralardan şu mezhepçi asalak örgütler gitmedikçe bu halk düzelmez.devlettin de bu örgütlerin burda olması işine geliyor.çünkü bu örgütler bu halkın üzerinde baskı uygulayarak buraların özgürleşmesinin önünde en büyük engel.devlet te bu halkın normal insanlar olmasını istemiyor zaten.
Asmên Ercan Gür
23/01/2015 at 07:32
ma we xêr di,bıra Heyder!
“Memlü/Memli” çı namê u de wesu, ça wes yeno zon ser. hefê yi namey biyo vuriyo. ju ki; ““Ez bıne nıka tode bımiri..” (her hal nınga/lınga)uwa. nuzon belka ğelet nuste biyo..
wes u var bê; çı delali na mihwalê namu tu du nustenê dest..keska mıra ki perskerdenê, zof kamıl niyo hama mı ki tora ju namê vatene:”SEYSALLA ve SEYDESEN”..
nu SEYSALLA, dewa ma Hezırge’de(Mazgerd)bi. modrımek zof derg bi.herhal İzmirde ro. Weşiya dey vazon. eke raste na nustey ame sılamê mı bıvo. Na dı metroy lesa hu biye. Pırd çinibi mılet kutene uwa çhemê Muziri vışiyene bower. Vatene; “lau maşala çı xajive Seysallay bo. uwe çıkaş jede bena bıvo lesa dey derga uwe nina bıne gule..
(merhaba! “Memlü/Memli” ne kadar da gzüel bir isim. yazık olmuş değişmesi. bir de ““Ez bıne nıka tode bımiri” ayak sanırım nınga/lınga olması gerek. hatalı yazıya geçmiş olabilir. bunu not düşeyim..
ve de çok güzel bir konuyu çok güzel bir şekilde hala çocuk olan yüreğini konuşturarak ele almışsın. doğru da yapmışsın. ben gece kelebeği’ni okuduktan sonra isimlerimiz için hayıflandım. şunu diyebilirim ki, bu bir tufan ve düşün ki ancak bir şekilde ve bir tesadüf sonucu maruz kaldığımız bu tufanı farkediyoruz. isimler konsunda ben senin romanın gece kelebeği ile bunu farkettim.
şunu söyleyebelirim ki hakikaten bizler bir yaprak misali her seferinde başka bir taraftan esen bir fırtınaya kapılıp savruluyoruz. yaprağın kaderi böyle mi, herhalde böyle. fakat rüzgara kapılmadan düştüğümüz ağacın dibine gübre olabilirsek bu maküs talihi yeneriz diye düşünüyorum. gece kelebeğini kızlarım doğmadan önce okusaydım sanırım birinin adı “Fecira”, diğer “Guluzar” olurdu.
ben sadece bu kadarını düşündüm; biri ezilen Kürt halkının ismi “Berfin” olsun; diğeri de bu halklara beşiklik yapan Anadolu’da ve tüm bu yaşananlara rağmen barış ve kardeşliği temsilen komşu Türk halkından “Nehir” olsun dedim. “Nehir” konusunda işin doğrusu biraz da “Munzur” isminin kadın isimleri arasında olmamasından ötürü oldu. yukarıda öyle dedim ama sanırım isimler konsunda benim uyanışım da Nehir’in doğumu olan 2005 tir..