Haberler
Zekâ Yaşı, Dersim ve Basın Üzerine Bir Kitap
Ben Türklerin yerinde olsam, zekâ yaşımı üç olarak belirleyen Türk basınını dava ederdim. Ne var ki, basını savunacak bir avukat da haklı olarak şöyle yapacaktır savunmasını: “Efendim, müvekkilimin zekâ yaşı da daha fazla değildir ki.”
Gün ZİLELİ
Taha Baran, 1937-1938 Yılları Arasında Basında Dersim, İletişim, 2014, 253 sayfa.
15 Kasım 1937… Seyit Rıza ve arkadaşları 77 yıl önce bugün idam edildiler. Ağır Ceza mahkemesinin kararı temyiz dışıydı. Cezanın verilmesinden bir gün sonra infazları gerçekleştirildi . Burada bu üzücü olayın ayrıntılarına girecek değilim.
Dersim katliamı, Sezgin Tanrıkulu’nun CNNTürk’teki Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge” programında CHP adına özür dilemesiyle yeniden gündeme geldi. CHP içindeki ulusalcı kanat her zamanki “emperyalizmin işbirlikçiliği” yavelerini tekrarlayıp CHP merkezini açıklama yapmaya davet ederken, CHP merkez yönetimi çevreleri durumu tevil edebilmek için epey ter döktüler. Sezgin Tanrıkulu’nun açıklamasına rağmen CHP, halen Dersim katliamı konusunda net bir tutum takınmış değildir. CHP merkezi açısından zor bir durum gerçekten. Bakalım, küçük politik hesaplarla durumu idare etmeye mi çalışacak, yoksa tarihin hükmünün yanında yer alıp bu kara lekeyi temizlemeye cesaret mi edecek? Göreceğiz.
İnsanların yaşı gibi toplumların da yaşı olduğunu düşünüyorum. Bir de toplumların zekâ yaşı denen bir şey var. Devletlerin zekâ yaşı elbette toplumların zekâ yaşı ile bağlantılı. Toplumun zekâsı hangi gelişkinlik düzeyindeyse devletin ikna mekanizmaları da o zekâ düzeyine denk düşüyor. Aşağıda, Taha Baran’ın yeni yayınlanan kitabından hareketle bunun örneklerini vereceğim.
Yeni Köroğlu gazetesinin 3 Temmuz 1937 tarihli nüshasında kocaman bir çizim var. Dersim dağlarını ayaklarının altında ezen devleşmiş Türk askerinin bir elinde Türk bayrağı diğer elindeki süngünün ucunda ise sarıklı bir Dersimli kellesi. Kelleden kanlar damlıyor. Alttaki yazı şöyle:
“Dünyaya pes ettiren yaman Türk ordusunun süngüsü dışarıdaki düşmanı nasıl kahrederse içerdeki cahili de öyle mahveder. Türk ülkesinde gözü olanla Türk toprağında fesat çıkaranın âkibeti birdir: – Ölüm!”
Şimdi buradan nasıl sonuçlar çıkarmalıyız. Taha Baran’ın akademik bir dille yaptığını ben de biraz mizahi bir dille yapmaya çalışacağım.
“Dünyaya pes ettiren yaman Türk ordusu”… Bu kerameti kendinden menkul böbürlenme üzerinde durmaya değer mi? Hadi dünyaya pes ettirmeyi, şu meşhur “yedi düvel” söylemi olarak sineye çekelim de insanın kendi kendisini “yaman” diye övmesi nasıl bir zekânın ürünüdür. “Ben yamanımdır” ya da “benim ordum pek yamandır” gibi bir önerme hayli çocukça değil mi? İnsan kendi kendine “yaman” olduğunu düşünse bile bunu alenen ilan eder mi?
Geçelim. Bu yaman Türk ordusu dışarıdaki düşmanı nasıl kahrederse “cahili” de öyle mahvediyormuş. Şimdi burada da tuhaf bir durum var. İlerlemeci mantık açısından bakacak olursak “cahili” mahvetmek pek doğru bir tutum gibi görünmüyor. “Cahili” en fazla eğitir “aydınlatırsın” ama öldürmek ya da mahvetmek olmaz. Hele hele temsili resimde görüldüğü gibi, “cahilin” kanlar içindeki kellesini süngünün ucuna takmak epey “cahilce” bir tutum değil midir?
Fakat bu “cahil” başka “cahil”, ikinci cümlede bunu anlıyoruz. Bu cahil “Türk toprağında” “fesat çıkaran” bir “cahil”miş. Dolayısıyla “fesat çıkaran cahil”, “Türk ülkesinde gözü olan” “dışarıdaki düşman”la aynı akıbete uğrarmış: – Ölüm. Ama bu ölüm öyle sıradan bir ölüm de değildir. Kelleyi kaptırmak kaçınılmazdır. Gerçi bu da bir hayli tartışmalıdır. O zamana kadar “ülkede gözü olan dış düşman”ın kellesinin süngüye takıldığına ilişkin ne bir kayıt var ortada, ne de temsili de olsa bir resim. Dersimlinin kellesi süngüye takılınca bu “tarihi hakikat” de hatırlanıvermiş zahir.
Zaten bu “cahillik” otomatikman “günahkâr” olmaya da yol açmaktadır:
“Tabii ormanlar, şelâleler, büyük nehir, ırmak ve derelerle tezyin edilmiş olan bu muhitin tek günahı, cahil ve cehalet neticesi günahkâr insanlarla meskûn olmasıdır.” (Cumhuriyet, 27 Haziran 1937)
Kitapta bu tür komik örnekler bir hayli. Bir başkasını görelim:
“Yeniliklere karşı koymak cüretine yeltenen ağalar kıskıvrak çember içine alınmışlardır.” (Tan, 18 Haziran 1937)
Bu cümleden o zamanın resmî basınının zekâ bakımından olduğu gibi dil bilgisi açısından da bir hayli geri olduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. “Cüret etmek”le “yeltenmek” aynı anlama gelir. Sonuç olarak “yeltenmeye yeltenmek” ya da “cüret etmeye cüret etmek” diye bir şey olmaz. Öte yandan “ağalar” “kıskıvrak” “çember altına” alınamaz. Kıskıvrak yakalanmak olur da çember altına alınmak olmaz. Çember altına alındıklarına göre henüz yakalanmamışlardır. Ayrıca “ağalar” söylemi de tamamen resmî bir yalandır. Dersim’de ağa falan yoktur. Kaldı ki, eğer o zamanın Türkiye’sinde ağalar “kıskıvrak çember altına” alınıyorsa, Çukurova’daki, Ege’deki ve Güneydoğu Anadolu’daki gerçek toprak ağalarının da “kıskıvrak çember altına alınması” gerekmez mi? Hayır, bunlardan hiç söz edilmemektedir.
Bir başka örneğe geçelim.
“Dehalet edenlerden 60 kişiye hükümet ekmek ve yiyecek göndermiştir. Bunlar hükümetin şefkatinden çok mütehassis olmuşlardır.” (Akşam, 1 Temmuz 1937)
Doğrusu, “mütehassis” olunmayacak gibi değil. O kadar “şefkatli” bir hükümet ki, aldığı esirleri açlıktan öldüreceğine, sağolsun ekmek ve yiyecek göndermiş!
Üstelik bu “şefkatli” hükümet bununla da yetinmiyor, “dehalet edenlere” “iş” de veriyor:
“Asayiş müfrezelerimize dehalet edenler, imar müfrezelerimiz tarafından açılmakta olan yollarda sevine sevine çalışıyorlar.” (Tan, 29 Haziran 1937)
“Şefkatli” firavunların binlerce kölesi de piramitlerin yapımında böyle “sevine sevine” çalışmışlardı.
Bu “şefkatli” hükümet “sevine sevine” çalıştırdığı Dersimlilerin açtığı yollar sayesinde Dersimlileri “mesut topraklara” yollamaya hazırlanmaktadır:
“B. Celal Bayar Tunceliden bahsederken diyor ki: ‘Çıplak kayalar içinde yaşayanlara Türkiyemizde mesut topraklar bulacağız.” (Kurun, 26 İkinci Teşrin 1937)
Tabii ki bu “mesut topraklara” ancak bombardımanlardan sağ kalabilenler yollanacaktır. Sabiha Gökçen gibi “kahraman Türk kızlarının” bombardımanlarından ve makineli tüfeklerinden sağ kurtulabilenler.
“Harekât mıntıkasında uçuyordum. Muhalefetçilerin meskun bulundukları bir köy üzerinde idim. Çok alçaldım (çok doğru bir tespit. G.Z.) ve takriben yerle aramda 10 metroluk bir mesafe kalmıştı. Tam bu sırada dam üzerinde duran dört şaki birden tüfeklerini bana çevirdiler. Derhal makineli tüfeği tevcih ederek taramağa başladım. Meslek hayatımda ilk beklemediğim hâdise ve cereyan budur.” (Cumhuriyet, 29 Haziran 1937)
Sabiha Gökçen’in mesleği ne dersiniz? “Tarama”dan söz ettiğine göre kuaför olabilir mi?
Sabiha Gökçen bahsine devam edelim:
“Atatürk kızı Bayan Sabiha Gökçenin başarısı şayanı kayıttır. Çarşaflı dersim kadınları bir Türk kızının havalarda başardığı muvaffakiyeti görerek artık çarşaf kullanmasının lüzumsuzluğunu anlamışlar ve medeni kıyafeti benimsemişlerdir.” (Yeni Asır, 30 Haziran 1937)
Burada biraz durmamız gerekiyor. Dersimli kadının “çarşaflı” olduğu palavrasını bir an yutmuş gibi görünsek bile burada bir çırpıda geçemeyeceğimiz çok sorunlu yargılar var. Bir kere, bu “çarşaflı kadınlar” Sabiha Gökçen’i nereden görmüşlerdir? Gazeteden görmüşlerdir desek, bu pek inandırıcı değil. O bölgede, hele o şartlarda gazete olması ve bu güncel gazetelerin “çarşaflı kadınlara” ulaşması imkânsız gibi bir şeydir. Acaba Sabiha Gökçen, yukarıdaki alıntıda okuduğumuz gibi, fazlasıyla alçaldığında görmüş olabilirler mi? Yani şöyle: Kadınlar, alçalan Sabiha Gökçen’i gördüler ve onun bir kadın, hem de Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen olduğunu anladılar ya da onu bir şekilde tanıdılar ve bunun üzerine “bu kız çarşaf giymemesi sayesinde böyle uçak kullanıyor, başımıza bomba yağdırıyor, bizi makineli tüfekle tarıyor ve muvaffakiyet kazanıyor, biz de onun gibi muvaffak olmak için çarşaflarımızı atmalıyız” mı dediler? Hadi öyle olsun da “uçak kullanma başarısıyla” “çarşafı atma” arasındaki muazzam iç bağlantıyı kurma becerisini göstermek bu “cahil” insanlara hiç de uygun düşen bir şey değil.
Aslında biz Dersim katliamının sebeplerini yanlış tespit ediyoruz. Bakın bu sebep neymiş:
“Bu talihsiz insanlara hürriyet ve kazanç hakkı vermek, medeni yaşamanın şimdiye kadar yaşadıkları tarzdan çok farklı bir şey olduğunu anlatmak için onları ilkönce başlarındaki bu gasıplar kütlesinin elinden ve sevki idaresinden kurtarmak gerekti.” (Haber, 25 Haziran 1937)
Biliyorum, şimdi içinizden birileri bu “talihsiz” insanlara” uzatılan yardım elini bir türlü anlamak istemeyecek ve çıkıp “bu, Avrupalı sömürgecilerin, misyonerlerin Afrikalı yerli halka karşı kullandığı kolonyalist söylemin aynısı” diyecek!
Bu kişiler isyanın nedenini de anlamak istemiyor bir türlü. İşte, basınımız bunu da çok güzel açıklıyor:
“Tunceli adı verilen Dersim asırlardan beri hükümet nüfuzu teessüs etmemiş pek iptidai bir yerdi. Hükümet burada medeni tesisat yapmağa kalkınca bu, iptida iyi karşılanmış, sonra bazı telkinat üzerine bir kısım reisler halkı ayaklandırmışlardır.” (Akşam, 16 Haziran 1937)
“Şefkatli” hükümet “medeni tesisat” yapmaya kalkıyor, “bir kısım reisler” de “halkı ayaklandır”ıyorlar. Bu Dersim halkı da ayaklanmaya pek teşneymiş yani. Medeniyeti kabul etmek yerine ayaklanmak daha çok işlerine gelmiş demek ki. Ama başka “tahrikatlar” da var. “Cenuptan geçen” casusların “tahrikatı” unutulmamalı:
“Tuncelindeki harekât hakkında gelen haberlere göre âsiler cenuptan geçtiği iddia edilen bazı casusların tahrikâtına kapılmışlardır.” (Akşam, 16 Haziran 1937)
Görüyorsunuz işte, bu “ajanlar” bu kadar etkilidir. Cenuptan şöyle bir geçerken bile yapacaklarını yapıverirler. Hele kendilerine “medeniyet ve kültür soku”lmasına (Kurun, 8 Temmuz 1937) karşı çıkan, “tahrikata kapılmaya” teşne “cahil” ve “medeniyetsiz” Dersimlilerse söz konusu olan, isyan kaçınılmazdır.
Zaten bu Dersimlilerden hayır gelmez:
“Dersim’i ve Dersim’in mazisini biraz bilenler: ‘Bu adamlardan hayır gelmez, hepsini yok etmeli…’ diyorlar.” (Ahmet, Kurun, 8 Temmuz 1937)
Neyse ki, “şefkatli” hükümetimiz Ahmet’i ve “Dersim’in mazisini bilenleri” dinlemeyip yollarda “seve seve” çalışacak ve “mesut topraklara” yollanacak “bir miktar” Dersimliyi hayatta bırakmış, hatta onlara ekmek ve yiyecek yollayarak hayır dualarını bile almıştır.
Sonra o zamanki basın Dersimlinin içine o kadar nüfuz etmiştir ki, Dersimlinin kafa ölçüsünü ve vicdanının aydınlığını bile anında tespit edebilmiştir. İşte örneği:
“Masum insanların hayat ve kazancını avucunun içine almak onların yumruk kadar kafalarını, loş vicdanlarını bir oyuncak haline koymak” (Haber, 19 Haziran 1937)
Dersimli cahil, medeniyetsiz, “yumruk kafalı”, “loş vicdanlı” olmakla da kalmayıp “vahşi”dir de:
“İnsan vahşi olunca bir şey görmeden ölür.” (Kurun, 18 Temmuz 1937)
“Bu dağlarda oturan ahali yarı vahşi bir haldedir.” (Kurun, 19 Haziran 1937)
“Vahşi ve En Kurnaz İnsanlar Arasında” (Kurun, 8 Temmuz 1937)
Bu kadarla da kalmaz Dersimli. O “çapulcu”dur ve “sürü”dür.
“Tunceli çapulcuları yiyeceksiz kaldılar” (Haber, 21 Haziran 1937)
“Şefkatli” hükümet bu sefer onları yiyeceksiz bırakmış demek. Hatta bu haberi sevinerek veriyorlar.
“Vatandaş değil, insıyakı bir hayata mahkûm bir sürü…” (Haber, 26 Haziran 1937)
Vatandaşlık devletin kölesi olmaktan farksız galiba.
Fakat o ne! Bu “cahil”, “vahşi” ve “medeniyetsiz” insanların lideri olarak görülen Seyit Rıza’nın çadırından neler çıkmış öyle:
“… hayali en geniş olanlar bile şu din hokkabazı Seyit Rıza’nın çadırından Ermenice kitap, Almanca lügat, çeşit, çeşit, boy boy renk renk istavroz; üzerinde Ermenice yazılar olan haçlar, içinde İsa’nın başparmağının kemiği olacağını düşünemez.” (Haber, 8 İkinciteşrin 1937)
Tabii ki, burada “cahil”, “vahşi” söyleminin yerini başka imalar almaktadır. Ermenice kitaplar sakın Seyit Rıza’nın Ermenilerle, İsa’nın kemiği batılılarla, hatta emperyalistlerle (yakınlardan bir yerlerden geçmişlerdi ya!), Almanca lügat Nazilerle bağlantısını gösteriyor olmasın…
Ben Türklerin yerinde olsam, zekâ yaşımı üç olarak belirleyen Türk basınını dava ederdim. Ne var ki, basını savunacak bir avukat da haklı olarak şöyle yapacaktır savunmasını: “Efendim, müvekkilimin zekâ yaşı da daha fazla değildir ki.”