Haberler
İran İslam Cumhuriyeti’nin Mezhebi Siyasetteki Çifte Standardı (Ehl-i Haklar)
İran’ın, Alevileri Şii olarak tanımlamasının asıl nedeni, kendi ideolojik çıkarları için bunu bir araç olarak kullanmak istemesidir. Sözkonusu girişimlere rağmen İran, Türkiye’deki Aleviler ile aynı inanç kategorisinde yer alan Ehl-i Hakları (Aleviler) ve Sufileri (Dervişler/Deraviş) kafir sayıp, eşit vatandaşlık haklarından mahrum bırakarak baskı altında tutmaya devam etmektedir.
Uluslararası arenadaki ülkelerin dış politikadaki en önemli hedefi kendi ulusal çıkarlarını korumaktır.
Uluslararası ilişkilerde milli menfaatlerin tek bir tanımı olmamasına rağmen, teorisyenlerin çoğu ulusal çıkarların maddi ve manevi menfaatleri kapsadığı konusunda hemfikirlerdir. Ayrıca ülkenin bütün vatandaşlarının da bu menfaatlerden çıkar sağlaması gerektiğine inanılmaktadır. Bu tanıma göre; bir ülkenin, “Ulusal çıkarlarımı koruyorum” demesi için en azından yarı demokratik olması gerekiyor. Çünkü bütün vatandaşlara dinsel, mezhepsel ve etniksel hakları ayrımcılık olmadan iade edilmediği sürece, dış politikanın getirileri ulusal çıkar çerçevesine değil, belki grup veya teşkilat çıkar çerçevesine girmektedir.
İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgedeki Şii ideoloji eksenli dış politikasını kısaca ele alalım: İslami devrim, zafere ulaşır ulaşmaz Bazergan’ın geçici hükümetini 1358 (1980) tarihinde istifaya zorladı, böylece başlatılmış olan devrim ihracı, idealist teori çerçevesinde İran-Irak savaşı bitene kadar yani 1368 (1988) yılına kadar devam etti. Savaş bittikten sonra Haşimi Rafsancani’nin yapılandırma döneminde, ekonomi eksenli yumuşama politikasına gidildi. Bu durum Hatemi döneminde de Kültürel eksenli olarak devam etti. Genelde 1368-1384 (1988-2005) arasında savaşın getirdiği yıkımın giderilmesi için, Batının siyasi ve iktisadi baskısının azaltılması gerekiyordu. Diğer bir deyişle bu durum ideailist ümmet eksenli dış politikanın, merkez eksenli dış politika ile değiştirilmesi anlamına geliyordu Buna göre görünüşte de olsa İran, radikal ideailst devrimci söylemlerden vazgeçmiş görününüyordu. Devrim idarecilerine göre; devrim ihracı için ilk önce devrimin ana merkezini yani ümmül kura-i islam (islam dünyasının merkezi) olan İran’ı korumak gerekmektedir, ki daha sonra bu merkezden diğer ülkelere devrim ihracı yapılabilsin.
Günümüzde de sözkonusu siyasetin devamı olan Şii ideolojisine dayalı dış politika devam etmektedir. İran İslam Cumhuriyeti, adıgeçen dönemlerde Lübnan’daki Hizbullah’a, Yemen’deki Hosilere, Afganistan’daki Hazaralara, Irak, Bahreyn, Arabistan ve Azerbaycan Şiilerine maddi ve manevi yardımlarda bulunarak, Şii Hilali oluşturmaya çalışmıştır. Böylece 2001 tarihinde Taliban hükümetinin Afganistan’da ve 2003 yılında Saddam hükümetinin Irak’ta devrilmesiyle birlikte, İran’ın bölgedeki nüfuzunun artmasına şahit oluyoruz. İran’ın bölgedeki bu nüfuzu, geçmişteki maddi ve manevi çabalarının bir sonucudur.
İran’ın gizli müdahaleleri ve girişimleri Ahmedi Nejad hükümetinin işe başlamasıyla yeni bir ivme kazandı. Arap Baharının başlaması ve özellikle Suriye’deki mezhebi çıkar savaşı İran’ın gizli politikalarını da açığa çıkardı.
Suriye ve Irak krizleri başlamadan önce İran yöneticileri herhangi bir yabancı gruba askeri ve lojistik destekte bulunmadıklarını iddia ediyorlardı; ancak bölgede savaşın çıkmasından sonra Lübnan’daki Hizbullahtan Irak ve Yemen’e kadar uzanan coğrafyada askeri yardımlarda bulunduklarını çekinmeden dile getirmeye başladılar. Bu arada İran hükümeti, bölge ve komşu ülkelerde yürüttüğü politikaları, din ve mezhebe dayandırarak, araç haline getirip ideolojik çıkarlarına yönelik kullanmaya devam etmektedir. Bu bağlamda Şii mezhebiyle çok az benzerliği olan diğer mezhepleri dahi duygu sömürüsüyle istismar etmektedir. Türkiye’de yaşayan Aleviler buna açık bir örnektir. İran İslam Cumhuriyeti Şii fıkıhına dayanarak yazdırdığı çeşitli fetvalarla Aleviliği zoraki Şiilikle bağdaştırmaya çalışmaktadır. (Açıkça bilinir ki Alevilik sadece Ehl-i Beyt ve 12 İmam sevgisinde Şiilikle benzerlik göstermektedir.) Ancak İran hükümetinin bu iddialarına karşın, Türkiye ve Suriye’deki Aleviler, Şii olmadıklarını medya ve mitinglerde duyurmaya çalışmaktadırlar. Çünkü Alevi inancı felsefi temelde, isna aşeri (12 İmam) Şii inancıyla köklü farklılıklara sahiptir.
İran’ın, Alevileri Şii olarak tanımlamasının asıl nedeni, kendi ideolojik çıkarları için bunu bir araç olarak kullanmak istemesidir. Sözkonusu girişimlere rağmen İran, Türkiye’deki Aleviler ile aynı inanç kategorisinde yer alan Ehl-i Hakları (Aleviler) ve Sufileri (Dervişler/Deraviş) kafir sayıp, eşit vatandaşlık haklarından mahrum bırakarak baskı altında tutmaya devam etmektedir. İran bir yandan Ehl-i Hak inanç mensuplarının dini ve kültürel metinlerini yayınlamalarını yasaklarken, diğer yandan devletin geniş imkanlarını kullanarak toplumu onlara karşı zehirleyip, tahrik etmektedir.
Geçtiğimiz 35 yılda, İran İslam Cumhuriyeti’nin dini ve mezhebi azınlıklara karşı geniş çapta uyguladığı hukuki ayrımcılığa şahit olmaktayız.
Dini ve mezhebi azınlıkların, serbest ve özgürce kendi dini ayinlerini yerine getiremediği ve kanunlarında tanınmadığı bir ülkede, nasıl olur da komşu ülkelerdeki aynı azınlıklar kardeş olarak görülür ve onların çektikleri zulüm ve acılardan bahsedilerek onların kurtarıcısı olunur. Yine komşu ülkelerdeki Aleviler sahiplenilirken, kendi Ehl-i Hak ve Derviş vatandaşlarına, ki aynı mezheptendirler, zulüm ve ayrımcılık yapılıp, ibadethanelerine (Cem Evleri) hücum edilerek yerle bir edilir. İran rejiminin Ehl-i Haklara karşı yürüttüğü baskı, adaletsizlik ve aşağılayıcı tutum sonucu, inanç mensupları kendilerine yapılan zulümleri dünya kamuoyuna duyurmak için sokaklarda kendilerini ateşe vermekten başka çara bulamamışlardır. (2013 Hemedan ve Tahran olayları)
Bütün bunların yanında, ülke içinde sözde Şii-Sunni birliği (İslami İttihad) yaratma amacıyla oluşturduğu İslami Birlik Haftası adlı günde bile, Sunnilerin Tahran’da cemaat namazı kılmasına izin vermemektedir. Ayrıca onların cami inşa etmelerini de yasaklamıştır.
Dini azınlık olan Bahailerin durumu ise daha vahimdir. İran’da onlara yaşam hakkı dahi tanınmamakta, öyle ki son zamanlarda, ölenlerin mezarlıkta definlerine bile izin verilmemektedir. Böyle bir rejim nasıl olur da dini ve mezhebi azınlıkların komşu ülkelerde koruyucusu olur. Eğer gerçekten İran hükümeti insani amaçlar güdüyorsa niçin Karabağ ve Çeçenistan’da müslümanlar katliama uğradığında hiç ses çıkarmayıp “aman islam elden gitti diye” bağırmamıştır. Çünkü amaç bölge ve komşu ülkelerde mezhep istismarı ile kendi Şii ideolojik çıkarlarını korumaktır.
Ghorban Azimy
Ocak 2014
Ankara
