Dersim Edebiyatı
Dersim Edebiyatımızın Yeni Çukurovası mı?
Son dönem Türkiye’sinin en böcekleşmiş memleketi Dersim’di. İnsan hikâyesi orada bitmiş gibiydi, selam verdiğiniz kişi adını söylemeden önce slogan atardı. İnsan küçük, slogan ise büyüktü.
Haydar KARATAŞ
Gregor Samsa bir sabah uyandığında, bir böceğe dönüştüğünü gördü. Şaka maka değildi, bir böcekti. Gregor gezginci bir pazarlamacının en gözde işçisiydi. Baba borçluydu. Gregor’un hayatı işle ev arasındaydı, boğuluyordu.
Ve üstelik zaman Birinci Dünya Savaşı öncesinin Prag’ı, yani ideolojilerin çıldırdığı, aklın insana üstün geldiği, toplumun kamplara bölündüğü, ne bileyim mesela devasa binaların dikildiği, o binalar yükseldikçe insanın küçüldüğü bir zaman dilimiydi; Franz Kafka Gregor Samsa’yı bir böcek yapmayacaktı da ne yapacaktı?
Sahi insan ne vakit kendini bir böcekten farksız hisseder?
Mesela polis sorgusunda, gözleriniz bağlıyken, olabilir mi? Hayır derim, orada insan olsa olsa böcek olmaz. Orada insanları böcekleştirenlerin emir erleri yabani bir hayvan yakalamış gibi elleriniz, gözleriniz bağlanmıştır. Siz devasa bir canavarsınız, boyun eğmenizi böcek olmanızı isterler sizden.
Böcekleşme ‘hiçlik’ duygusu ile ilgili bir durum. Ne zaman Franz Kafka’nın bu eserini okusam, “bu ne büyük bir hiçlik” derim, “bu ne büyük bir karşı koyuş.”
Gregor Samsa’ya üzülür müyüm, hayır. O güzel bir böcektir, akıllı, duygulu. Evet salyaları vardır, arkasından iz bırakan. Demek ki bir sümüklü böcek derim, ama değil. O kendine özgü bir böcek.
Ve ne vakit Prag’a gitsem, sabahın köründe çıkar sokaklarında yürürüm bu şehrin. Samsa’ların arka odasına hapsedilmiş o devasa böceğin bir an sokağa çıktığını hayal ederim. O böceğin gözüyle bakarım yükselen binalara, büyük bir kusursuzlukla dizayn edilmiş bu binaların duvarlarından dışarı fırlamış heykellerin gözlerine… Ne kadar tuhaftır bu heykeller. Maria o duvarda masum, büyük Petrus el kaldırmıştır Romalı Agust’a. Kılıcını çekmiş birini Napolyon’a benzetirim. Binalar, binalar, mermerden, taştan, tunçtan binalar. Ve ne garip ben de bu şehre bir “böceği” ziyarete gelirim. Kendinden, benden, senden saklanan bir eski hayat izini.
Sahi ne oluyor?
İnsanı unutmuş güç odakları neden böyle hevesli yüksek bina ve heykellere!
İsterler ki, her yere onları anımsatan yüksek binalar dikilsin, heykeller yapılsın.
Ve isterler ki, günlük hayatın derdindeki insan o binaların dibinden geçerken heykeli, pankartı, sloganıyla onları hatırlasın. Böcekleşmek, ideolojileri kutsamak, insan yararına olması gereken hikâyeyi söze çevirmektir. Siyasetçiler hikâye hırsızıdır, kelimenin ruhunu çalar, anlamsızlaştırıp kendisine giysi yapar. Ve sonra da ona kendi zehrini şırınga eder. Bir yerde insan hikâyeleri küçümsenmiş, slogan, siyasi lider, o liderin partisi yüceltilmişse insan denen şey böcek olmuştur. Ki, memlekette insan böcekten farksız, ha madenci ölmüş ha böcek, ha meydanda bir genç öldürülmüş ha bir karınca düşmüş atık su kanalına şehrin.
Ve edebiyatçılar dünyanın her yerinde ideolojilerin ww hiçleştirildiği, sloganın yüceltildiği bir anda ortaya çıkmıştır. Öyledir, toplumlar önce direnir, isyan eder, ancak güç getiremediği anda, yani hikâyesinin yok olup gittiğini fark ettiğinde, kendi hikâyesini tarihe not düşmek için anlatı diline yönelir. Anlatmak, onu insanoğlunun ilk sözü hikâyeye döktüğü şekliyle anlatmak, yeniden var olmak, söylemi yenip yerine insan hikâyesini koymak anlamına gelir.
Son dönem Türkiye’sinin en böcekleşmiş memleketi Dersim’di. İnsan hikâyesi orada bitmiş gibiydi, selam verdiğiniz kişi adını söylemeden önce slogan atardı. İnsan küçük, slogan ise büyüktü. Birey olmak için bir şey uğruna ölmeniz gerekiyordu, yaşanmış hikâyeler, dramlar, işinde gücünde olan günlük insanın hayatı ‘boştu’. Susmuş bu hikâye son birkaç yıldır konuşuyordu, ancak hızla siyasileşti ve korkum saklı bir insan hikâyesinin yattığı bu diyarda, bir edebiyat doğmadan toplumun toptan ölüp gideceğine dairdi. Çünkü Dersim edebiyatı, daha doğmadan bıkkınlık verdi.
Dersim edebiyatı denen bu bıkkınlık halinin aslında bir geçiş dönemini ifade ettiğini, yeryüzü aleminde kendi dilini arama savaşı olduğunu görmedim. Gece Kelebeği ve On İki Dağın Sırrı kitaplarını yazarken derdim, öyle romancılar çıkacak ki bu topraklardan, bu yeni edebiyatı okuduğumuzda bu kitapları kaldırıp çöpe atacağız. Bu da edebiyat mı diyeceğiz.
Sanırım onun arifesindeyiz. Dersim’de geçiş dönemi edebiyatı son buluyor. Yeni bir kuşak doğuyor. Aslında böcekleşmeyi bu kuşaklar üzerinden de anlatmak mümkün. Dersim 1960 ile 1985 yıllarına kadar üniversite sınavlarında ilk onun içinde hep oldu, ancak yirmi yıl boyunca en dipteydi. Bu yıllar boyunca aşk türküsü yakılmadı, sevgilisi ile o küçük şehrin meydanında gururla yürüyen genç çıkmadı.
Şimdi yeni bir edebiyat doğuyor, hikâyenin peşine düşmüş. Memleket edebiyatında yeni bir Çukurova doğuyor.
Bu bir yenilmezlik. Hikâyesini anlatan insan başkalarını yargılamadan, itham etmeden yapıyorsa bunu, sevmeye de başlamıştır. Hani Sait Faik der ya, “Sait Faik’e kötü insan mı dediniz, orada durun derim, o bir hikaye yazarken dahi kıymaz birini öldürmeye, nasıl kötü insan olabilir…”
İsmail Taylan Kaya’nın Dersim yayınlarından çıkan “Vagon” kitabı anlatı diliyle bu yeni edebiyatı haber veriyor. Bu yeni döneme örnek vereceğim ikinci yazar Uğur Beydili. Uğur Beydili’nin romanı yakında İleşitim Yayınları’ndan çıkmış olacak.
Yanılıyor muyum bilmiyorum ama bu iki edebiyatçı da ben bir ışık görüyorum.
Evet henüz salt anlatı diyebileceğim bu edebiyat henüz fazlasıyla korkak, ama hayatı alttan, yenilmiş insanın dünyasından anlatmaya yeltenmişler. Gregor’un kız kardeşi Grete gelip bir böceğe dönmüş kardeşinin üstüne kapıyı kapatsa da, bu hayatı yenilmişlerin, alttakilerin gözünden anlatmaya yönelmiştir bu yeni edebiyat.
“… üç katlı bir apartmanı vardı… Kapısında mavi el yazısı ile ‘Beyaz Ev’ yazardı… akasyalar açınca balkonda birasını içerdi. Yanına otururdum, mentollü Meltem sigarasından derin bir nefes alır, böyle puff diye dumanın yarısını dışarı salardı. Kokusu, aroması, değişik bir rahiya hâlâ hafızamda… bazen içinde büyümeyen bir çocuk olduğunu düşünürdüm. Geldiğimiz yeri anlatmaya başladığında görmeliydiniz onu… ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyası zamanları. Hayvan pazarlarında vergi memurları dikilmiş, konuştuğun her yabancı kelime başına bilmem kaç kuruş ceza… yabancı dediysem memura yabancı…
‘Çend lira?’ ceza.
‘Yek lira?’ ceza…
Türkçe öğrenmek karlı bir iş haline gelmiş. Dedemin muazzam Türkçesini buna bağlarım… ama anıları bir yerde muhakkak biterdi…” (Vagon İsmail Taylan Kaya.)
O anıların bittiği yer, edebiyatın konuştuğu yer olsa gerek. Ama hangi dille yazılacak bu hikâye. Dünyanın hiç bir yerinde kalıcı edebiyat siyasetin diliyle yazmamıştır hikâyesini, aksine onu karşısına alarak kurgulamıştır kendisini. Kafka’nın “Dönüşümü” bu radikal karşı koyuşun en baş döndürücüsüdür.
Çarlık Rusya’sında “Ölü Canlar”dır bu. Ki Dostoyevski Rus edebiyatını Gogol’ün Palto’sundan çıktığını söylemiştir. Lenin ise, Bolşevik Devrimi’ni Dostoyevski, Tolstoy gibi yazarların toplumu anlatmasına bağlıyordu.
Dersim edebiyatı henüz kendi dilini yaratmadı, bir geçiş süreci yaşıyor. Derin de bir yenilgi havası var, siyasetin diliyle bu yenilgiyle baş etmesi de öyle pek kolay görünmüyor. Ancak onun ruhunda bir Çukurova yatar.
BirGün Pazar
Asmên Ercan Gür
30/03/2015 at 09:03
Şafak Pala, bu hafta Birgün-Pazar’da sanki Haydar Karataş’ın ele aldığı “yüksek binalar metaforuna” farklı konuları ele aldıkları halde ve elbette farkında olmadan bir cümlecik göndermede bulunmuş: “Var olduğunu bildirmenin, dünyaya seslenme ihtiyacının öyküsü..” şeklinde!.. ‘Hoş bir durum!’derler ya; aynen öyle olmuş. Bana düşen de bunu ‘kulağından yakalamak’ oldu. İşte böyle.. Karataş’ın yazısını, malum her zaman olduğu gibi tabir yerinde olursa yine, ‘ciğerlerini söke söke’ ve ‘zihnime damıtmak’ suretiyle okudum. Ben de İstanbul’a her gittiğimde; bu yüksek ve devasa binalar bana belki kendimi ‘bir böcek gibi’ hissettirmiyor ama, sanki bunu yapanlar o ‘devasa maddesel zenginliklerini, bunun üzerine bina edilmiş varlık ve kudretlerini’ çoğumuzun yüzüne bir tokat gibi bu şekilde vuruyorlar gibi. Nedense bunlar, Kapitalizm’in bir üyesi olarak ‘maneviyatta sıfır olan varlıklarını’ bu şekilde ispatlama ihtiyacı duymaktadırlar. Olası ki, ‘egemenliklerini ve üstünlüklerini’ bu şekilde pekiştiriyorlar. Bu binalara gerçekte hiç mi hiç ihtiyaç olmadığı halde, ha bire yapılma sebebi bu olsa gerek! İşte bu kötü durumla, ‘acılı ve yoksul Dêsimliler de’ ancak sevgili bıra Hêyder’in (Karataş) bahsettiği gibi ‘kendi edebiyatını’ yaratarak baş edebilirler ve bugüne kadar küçük bir topluluk olarak, ‘bu kadar tanınmaları ve bilinmelerini’ ancak bu şekilde sürdürebilirler. Yoksa diğer bazı topluluklar gibi zamanla silikleşecekler ve bilinmeyecek bir hale gelirler. Kötüsü de, o devasa acı ve dramını, yani “Dersim 1938’i” anlatamadan, bu içlerinde dert kalarak yakın zamanda bu istenmeyen durumu yaşayacaklaradır! Hoş, belki bu da iyi bir durum olur. Muhtemelen bu ‘silikleşme ve dikkat çekmeme hali’, aynı zamanda insanın bir üyesi olduğu topluluğun dikkat çekmediği için tarih boyunca saldırılara, katliamlara ve tehcirlere uğramasını engelleyecektir..’ bilemiyorum? Bildiğim şu var ki; Dersimliler (Dêsımij) ‘edebiyat’ ile hem tarihsel acı ve trawmalarını anlatmak suretiyle paylaşıp yüzleşecekler, hem de ‘dominant’ bir unsur olarak tarihte varlıklarını sürdürme imkânı yakalamış olacaklardır. Bu, onlar için ‘manevi olarak’ gün be gün ‘erdemlerden’ yoksun kalan, vicdanını yitiren insanlık aleminde, maddeleşen dünyada büyük bir kazanım ve avantaj olacaktır. Onlar da bu şekilde; “Var olduğunu bildirmenin, dünyaya seslenme ihtiyacının öyküsü..” kendini var edecekler ve dönüştürebilecekler.. Ne dersiniz? Bunun için ‘birazcık çaba ve gayret’ göstermek yeterli olmayacak mı? Ve de; başkalarına ait olan, bize giydirilen ve zamanla bizim de rıza göstererek giydiğimiz onun bunun, ‘bize ait olmayan ve uymayan o kirli elbiselerini’ çıkartıp atmakla başlar bu iş ve yeniden ‘var olma’ hali.. Sevgiyle ve hürmetle!.. weşiyê de bımanê! (sağlıcakla!)..