Dersim Edebiyatı
Dersim’in Payına Ne Düşecek
Dersim ve Kızılbaş dağlarını söyleseniz, onlar için cümle kurmak dahi yasak. Bu dönemin en çok hırpalanan dayak yiyeni onlar olacak gibi.
Haydar KARATAŞ
Bavulumu çektim, tam karşıda beni çağıran cafeye girecektim ki, daha önce tanıdığım iki Türkiyeli ile burun buruna geldim. Beni gördüler desem, yalan olur. Böyle iki durak tabelası gibi yan yana dikilmiş birbirlerine bakıyorlardı. Sarhoş deseniz sarhoş değillerdi, evsiz deseniz evsiz değiller, çünkü tanırım. Ama yorgunluktan ikisinin gözleri soğuk asfalta akacak gibi. Öyle bitkin düşmüşler, sanki akılları onları terk etmiş de, iki boş cüsse birbirine baksın diye böyle bu orta Avrupa şehrinde bırakıvermişti.
Pazar akşamı Roma’dan bindiğim gece treni sabah beşte Zürih’e vardı. Hava henüz karanlıktı. Soğuktu, yorgundum. Bir taksiye binip eve gideyim dedim, ama taksi parasını filan düşününce vaz geçtim.
Taksiye vereceğim parayla güzel bir kahvaltı yaparım, yanında da gazetemi okurum dedim. Bavulumu çektim, tam karşıda beni çağıran cafeye girecektim ki, daha önce tanıdığım iki Türkiyeli ile burun buruna geldim.
Beni gördüler desem, yalan olur. Böyle iki durak tabelası gibi yan yana dikilmiş birbirlerine bakıyorlardı. Sarhoş deseniz sarhoş değillerdi, evsiz deseniz evsiz değiller, çünkü tanırım. Ama yorgunluktan ikisinin gözleri soğuk asfalta akacak gibi. Öyle bitkin düşmüşler, sanki akılları onları terk etmiş de, iki boş cüsse birbirine baksın diye böyle bu orta Avrupa şehrinde bırakıvermişti.
Onları bu şehirde çok görmüşlüğüm var. Bazen nehir boyunda, bazen göl kenarında yürürken, ne bileyim kimi zaman öyle anlamsız bir durakta otobüs beklerken selamlaşır hal hatır sorardım. Ama gene de böyle sabahın köründe devasa bir gar binasının önünde put kesilmiş iki kişi insana tuhaf geliyor.
“Abi eviniz yok mu ne yapıyorsunuz,” dedim. Önce bir şaşırdılar, irkilir gibi yüzüme baktılar, ancak aynı anda da yüz ifadeleri değişti, yardım diler gibi acı ile ağlama arasında gidip geldi yüz mimikleri, “Abey biz bu sefer ölmüşüz. Biz bitmişiz abey, bir Arap bizi bitirmiştir…”
“Ya oğlum, tamam, karı gibi dırdır etme Haydar abey memlekete gidiyor,” dedi. İçimden ah keşke memlekete gidebilseydim diye bir iç geçirdim.
“Ben geliyorum,” dedim ve kollarından tutup karşı cafeye soktum. Kadere karşı gelinmez, bunca yol gelmiş ve de bu iki insanla karşılaşmışsam, bir iki kelam ederim dedim. İçeri girince ikisinin hiç uyumadığını anladım. Belki bir belki üç gündür uymamışlardı. Ama bitmişlerdi, kahve söyledim. Büyük bir minnetle içtiler.
Tuhaf bir şey yaptılar, bizim Edirne yağlı güreş pehlivanları gibi kollarını birbirinin omuzlarına atıp durdular. Güleyim mi ağlayayım mı anlamadım. Tam müdahale edecektim birbirlerini bıraktılar, derin bir ah çektiler, ama aynı anda da yeniden ellerini birbirlerinin omzunda kavuşturup beklediler.
Kürt olanını dürttüm, “He abey seni de ihmal ettik,” dedi. Ardında ekledi, “abey biz bu sefer ki bitmişiz. Bir Arap bizi bitirmiştir. Lan oğlum, ben sana kalk dedim. Dedim kalk Kara Osman’ın oraya gidelim, sen tutturdun… Kiran da gitti mi,” dedi.
İlk defa kumarda para kaybeden birileriyle yüz yüze olduğumu anladım.
Zürih’te sabahın körü. Yerlerde kar var. Kulaklarımda Roma trenin uğultusu ve yanımda ellerini birbirinin omzuna atmış iki koca gözyaşı döken bir memleket hikâyesi!
Take-way kahve almak için iki genç girdi. İkisi de yüzünü gözünü atkı ile sarmış. Dip köşedeki bize baktılar. Günaydın dediler.
Evsiz iki insana kahve ısmarladığımı sandılar.
Bu küçük sabah cafesine kim girdi kim çıktı bilmiyorum, ama ben bu memleket hikâyesini izledim. Önce neden kollarını böyle birbirlerinin omzuna attıklarını düşündüm. Çocukluktan kalma dedim. Belki kederli günlerden… İki kol diğerinin omzuna atılır ve başlar altta kalırdı, sonra hayır yorgun pehlivanlar böyle yapardı dedim. Nedense güreşe kaldıkları yerden devam edebilmek için dinlendiklerini nefes aldıklarını düşünürdüm.
Sabah Zürih’teyim ve yanımda iki memleket hikâyesi duruyor. Biri Siirtli, Kürtlük davasından terk etmiş toprağını, diğeri Adıyaman Türkü, memlekette belki farklı siyasi kulvarlarda yer aldılar. Kim bilir? Ama şimdi bu pazartesi sabahı yan yana oturmuş iki eski sevgili gibiler. Faulkner’in Döşeğimde Ölürken roman karakterleri gibi sanki onlar değil de bilinçaltı çakışmaları konuşuyor. Duruyor, duruyorlar aynı şeyleri söylüyorlar.
“Biz şimdik bitmişiz. Ben sana kalk Kara Osman’ın oraya gidelim… sen ne yaptın gidip bin daha borç aldın.”
“Bakın tramvaylar çalışmaya başladı, kalkıp evinize gidin, uyuyun sonra konuşursunuz,” dedim.
Siirtli, “Sabah oldu değil mi Haydar abi” dedi.
“Oldu,” dedim.
“Sen nerden geliyordun?”
“Roma’dan,” dedim.
Hesabı istedim. Şaka yapar gibi elini cebine attı, iki parmağı arasında bir elli kuruş çıkardı.
“Aha sadece bunu bırakmıştır, Haydar abey bir de görsen herif zil zurna sarhoş, valla bizim anamızı ağlatmıştır.”
“Lan Ferman sende hiç para yok mu?”
Ferman’ın gözleri parke taşlarındaydı, orada bir delik bulsa içinden geçip gidecek. Daha yedi aylıkmış oğlu, en çok ona üzülüyor.
Saat altıyı geçiyordu. Kalktım.
• • •
Seçimlere dair ne düşündüğümü soruyorsunuz. Ne düşüneyim, seçim denen şey özünde bir kumar. Kumarbazlar ceplerindeki her şeyi masaya koyarlar, masada karşı tarafın ruh hali ne diye düşünmezsiniz, evde bekleyeni var mı sormazsınız. Kazananla övünürüz, kaybeden taraf bu iki insan gibi kendini sokaklara vurur.
Yoksa mesele memleket meselesi olsaydı, sen dört vekil mi çıkardın iki bakan alırsın, ben iki mi çıkardım bir bakanlık, madem orana göre vekillik, orana göre de memleket yönetimi denirdi. Çalanı olmaz, Türk Kürt’e, Kürt bilmem kimin üzerinde ben senden fazlayım demezdi.
Benim gördüğüm şu: Kürt ve Türk iki pehlivan gibi kollarını birbirinin omzuna atmış bekliyor. Yüz yıl önce İttihat Terakki’nin Selanik Kongresi’ndeki gibiyiz, Ermeni Taşnak temsilcileri ile İttihat Terakki’li temsilciler nefes alıyorlar…
Yazmadılar mı, Ertuğrul Özkök, “Kürt’e ne veriyorsanız Türk’e de onu isteriz,” dedi. Her halde Diyarbakır cezaevi isteriz, bize dışkı yedirin demiyordur. Türkler memlekette artık çoğunluk olmadığını görüyorlar… ve İsmail Beşikçi, Yaşar Kaya, Hüseyin Turhallı gibi yazarların yazdığı Kürdistan Post’un sevilen yazarı Hejare Şamil yüksek perdeden bir yazı yazdı, “çok değil,” dedi, “bir on yıl içinde biz size değil siz bize yalvaracaksınız. Türkün Kürt’e yalvaracağı güne çok kalmadı,” dedi. Okurken acaba Kürtler Türkleşiyor mu demeden kendimi alamadım. Gazetenin manşeti de 1940’ların Akşam gazetesine benziyordu. Bir el öpülüyor, o el başa konuyordu. Kürt’ün gemisi fırtınalı denizlerden çıkmış, söylemesi ayıp Türkçü ideoloji batarken o gemiye koşan koşana. Kendini gemiye atan yazar çizer mikrofonu eline alıp siyasetin diliyle günah çıkarıyor.
Üçüncü yol ise yok, iki ulusçuluğa meydan okuyacak, İstanbul’da Kürt üniversitesi, Kürt’ün okulu, Diyarbakır’da da Türk üniversitesi olacak diyen yok. Bunu arzulayanların ‘biz bu kavgada yokuz’ açıklaması ulusçuların çok hoşuna gitmiş…
Dersim ve Kızılbaş dağlarını söyleseniz, onlar için cümle kurmak dahi yasak. Bu dönemin en çok hırpalanan dayak yiyeni onlar olacak gibi. Çünkü onları yanına alan diğerine el öptürecek. Kumar onlar üzerine oynanıyor. Pehlivanlar döğüşü, iki ulus el ense çekmiş..
BirGün Pazar
