Connect with us

Dersim News, Dersim Haber, Dersim

Işık İnsanları’nın barış halayına kan bulaştı-rıldı”

Haberler

Işık İnsanları’nın barış halayına kan bulaştı-rıldı”

Ey dağların kartalı Sılê Phıt’ın neslinden torunu. Sen ki Dêsım’in Mameki’sinde, Hezırge’de, Kanoğlu’nda yükseklerden süzülen asi bir kartaldın.

 

“Savaşa hayır de! Çünkü bir hiç uğruna ölmek ve öldürmek zorunda değilsin..(Ankara’da yıldızlaşan Berna Koç)

“Böyle günlerden bir gün bu ülkenin başkentinde bu karanlığa ve bu gidişata karşı dur demek için ülkenin dört bir köşesinden bir araya gelmiş başka bir kesimden kardeşleri olan diğer insanlar. Amaçları bu karanlığa “ışık” tutup aydınlatmakmış ve kardeşlerini bu “karanlıktan” kurtarmakmış. Bunun için bu akan gözyaşına, kana ve düşmanlığa inat ‘barış, sevgi, paylaşım yürüyüşü ve mitingi’ yapmayı düşünmüşler…” Oxur vo… -gidenlerin anısına ve ardından; saygıyla!

H.GürAdilegelmis

Işık İnsanları’nın barış halayına kan bulaştı-rıldı

Kirwem;* bu ülkede gün olmuyor ki acı bir olay yaşanmasın ve bir öncekini gölgede bıraktırıp unutturmasın. Bizler, daha dün güneydoğuda -hala yaşanılıyor- kapı eşiğinden dışarı adımını atar atmaz kurşun sıkılıp öldürülen çoluk çocuk, genç ve yaşlı insanlara ağlarken onların derdini unutmadan şimdi de bu kara kapkara “Ankara Katliamı” ile baş başa kaldık.

Şükür, yine de dayanabiliyoruz. Hoş bazen bu halimden, kendimden kuşku duymuyor değilim. “Acaba?..” diyerek canımı çimdikliyorum, zihnimi sonu gelmez sorular ve türlü düşünceler ile yormaya, tokatlamaya; varlığından artık iyiden iyiye kuşkulandığım “vicdanımı” da dar’a çekmeye çalışıyorum.

Üst üste nefes aldırmadan yaşanan bu acıları göre göre; “Artık tüm bu olan biteni kanıksıyor ve taş kalpli, hissiz ve başka bir varlığa mı dönüştük ne?” diye, kendimi ha bire sorguluyorum. Keza insanoğlu “travma” sahibi olarak acı dolu ve yüreğine ağır gelen bu yüke dayanabilmekte zorlanıyor ve akıl sağlığını yitirme noktasına varıyor. Öyle ki bazen bu vahşeti yapanlar yerine maruz kalanları ve mücadele verenleri -tersinden bakıp- bir savunma mekanizması -kaçış yolu- bulduğu için tüm anlamakta zorlandığı bu olanlara bir sebep arıyor; işin kötüsü tüm “bu olanlara sebep” diye de hiç suçlanmayacak olanları yani “katiller” yerine “mağdurları” suçlamaya başladı mı, işte bil ki artık tamamen “akıl sağlığını” yitirmiş ve korkup sinmiş bir durumda demektir.

İşte, burası en “tehlikeli” ve iktidarın tam da bizi getirmek istediği noktadır. Allah muhafaza şayet bir gün hepimiz bu “zayıflığı” gösterip de bu noktaya gelirsek; bu mücadeleyi verecek direngenliği sağlayan iradeden yoksun kalacağımız için “çocuklarımızın geleceğini” tesis edememe ve yitirme noktasına varırız. İşte bu zorbalık üzerine kurulu ve adına “devlet” denilen “aygıtı” ele geçiren muktedirlerin de bizi getirmek istediği nokta ve gösterdikleri çabanın yeri, hedefi tam da burasıdır. Onlar için bu noktadan sonra işlerin daha da kolaylaşacağı ise muhakkak. Mühim olan bu duruma düşmemek, düşmüş isek bir an önce bundan çıkmak ve hayvanlara hakaret olacak ama -benzetmede teşbih olmaz- bu fırsatı bu karanlığı seven “kan emici yarasalara” vermemek gerek.

Laf açılmışken, başka bir şey daha var ki o da; –insanoğlunun gerçekten de dayanma kapasitesinin sonunun olmadığı-dır. Bunu yaparken de elbette türlü yollar ve çareler deniyor. Bunlardan biri de yaşadığımız bu acı olaylar karşısında buna sebep ve sorumluluğu olanları ti’ye alıp dalga geçmesi ve “akıl sağlığını” o şekilde korumaya çalışmak için “mizaha” başvuruyor olmasından geçmektedir.

Bunca “acı” ve tutmaya çalıştığımız “yas” karşısında belki de biraz ayıp olacak ama ben de “karınca kararınca” bu yola başvurmaz isem, yaptığım eleştirilerin ve yazdıklarımın bir anlamının olmayacağını düşünüyorum. Bu sebeple artık tüm bu yaşadıklarımızı bir “gerçeklikten” ziyade bir “masalmış” gibi ele almaya çalışacağım. O halde, ahvalimizi anlatan masalımıza başlayalım kirwem, ne dersin? İşte masalımız:

“Saray’daki Korku Hükümdarı ve Sadrazamı”

Bir varmış bir yokmuş. Pozitif bilimlerin çok geliştiği ve insanoğlunun artık uzayda koloniler oluşturmak için bilimle haşir neşir olup canla başla çalıştığı bir zamanda, bir “Sadrazam” varmış. Bu sadrazam, çok kudretli, astığı astık kestiği kestik olan ve adı “Kötülükler ve Korku Hükümdarı”*(2) olan bir padişahın değerli kapıkullarından biriymiş. “Kötülük imparatoru” bu sadrazamı bilerek bu kapı kullarından kendine göre en ehil, en yumuşak huylusundan ve de kafası az çalışan birinden seçmiş ki bir gün olur da kendisine dert olmasın ve başkaldırmasın.

Bu ülkede pek dikkat çekmeyen fakat ilginç olan başka bir şey daha varmış. Bu ülke insanlarının çoğu, bayrağına taparcasına onu putlaştırmışlar ve bunun üzerinden insanları kategorize etmişler; her neyse asıl meramım bu değil kirwem.

Meramım; bu ülkenin bayrağı çok ilginç ve dikkat çekici bir şekilde “ay yıldızlı” bir bayrakmış. Gören de dermiş ki bu ülke pozitif bilimlere yani “uzaya” çok önem veren ve gelişme yolunda bir ülkeymiş de ondan bayrağına “ay yıldızı” sembol olarak yüzyıllar öncesinden bellemişler.

Ama gel gör ki bu ülkede çoğunluk ve Saray’daki “Korku Hükümdarı” ve şürekâsı yılları bulan bir menfaat ve mafya türevleri adi çeteler ile çalıp çırptıkları, cinayetler işledikleri bir “düzen” kurdukları için işleri kolaylaşsın diye de gözleri körelmiş ve vicdanları bağlanmış bir vaziyette dini inançları da bu siyasetin bir aracı olarak kullanırlarmış. Bu ülkenin geleceği olan çocuklarını da okullarında yine bu kendi zihniyet uygun olarak böyle “pozitif bilimlere ve felsefi düşünceye” ve “medeni hukuktan” uzak doğmalarla yetiştirirlermiş.

Öyle ki çok küçük yaştaki kız çocuklarının başını örter ve en sonunda erkek arkadaşlarından ayırmak için ayrı okullarda okuturlarmış. Böyle bir ülkede bu güzel çocukları her görenin yüreği parça parça olurmuş. Çünkü büyüyüp dalları serpilen, meyve veren kocaman bir ağaç olmak varken ve bir meşale gibi, bir yıldız gibi, bir güneş gibi etrafına “ışık” saçarak aydınlatma potansiyeli olan birer “ışık insanı”*(2) olmak varken, bu çocuklar daha bu küçücük yaşlarda bu “ışıkları” söndürüldüğü için, bu ışık zerresinden yoksun kaldıkları için erken yaşlarda “eleştirel düşünebilme” kabiliyetlerini hiç edinmeden, biat edecek bir şekilde zihinleri kararıp bir çiçek misali solarlarmış ya da yaşamın belirtisi tomurcuklarını açamayan ve renklerini sergileyemeyen cılız bir çiçeğe dönerlermiş. İşte böyle bir ülkede kimse kimseyi sevmediği gibi ha bire birbirine kötülük de edip dururmuş.

Böyle günlerden bir gün bu ülkenin başkentinde bu karanlığa ve bu gidişata karşı dur demek için ülkenin dört bir köşesinden bir araya gelmiş başka bir kesimden kardeşleri olan diğer insanlar. Amaçları bu karanlığa “ışık” tutup aydınlatmakmış ve kardeşlerini bu “karanlıktan” kurtarmakmış. Bunun için bu akan gözyaşına, kana ve düşmanlığa inat “barış, sevgi, paylaşım yürüyüşü ve mitingi” yapmayı düşünmüşler. Çoluk çocuk geceden yollara düşmüşler; beraber eğlenmişler, ekmeklerini ve sularını paylaşmışlar. Her birisinin ışıktan gözlerinin içi ışıldıyormuş. Çünkü bunlar hala ışığı karartılmamış, ışığı yanan “ışık insanları”ymış. Zaten bu sebeple karanlıktan çok korktukları için bu korku sebebiyle, ülkelerine bu korku hakim olmasın diye de bu kadar eziyet çekip yol yolaklara düşüyorlarmış. Bir de gelecekleri olan çocuklarının ışıkları sönmesin, karanlıklara mahkûm olmasınlar diye.

İşte böyle bir ülkede bu insanlar bu başkente varır varmaz “is” gibi siyah, “zift ve katran” gibi bütün boşluklara dolan hava almayı ve yaşamayı zorlaştıran kara kapkara korkunç bir karanlıkta kalmışlar. Bu zifiri karanlıkta ışıklarını kaybetmemek için çocuklarına abanmışlar; onların ışığı sönmesin, kararmasın diye kendilerini feda etmişler. Bunu da bir iki çocuğu dışında başarabilmişler de.

Böyle bir olayın yaşandığı günün sonunda, bu olayı duyan ülkenin bu kendini “haşmetli ve kudretli” zanneden sadrazam hazretleri nedense halkına bu olay üzerine bir açıklama yapma gereği duymuş ve şöyle seslenmiş:

“Ey ahali; canlı bombayı evinde veya sokakta öyle durup dururken yakalayamayız. Malumunuz; burası bir ‘demokrasi ve hukuk’ devleti-dir(!). Elimizde canlı bombaların listesi var. Günü geldiğinde ve bu eylemi gerçekleştirdiklerinde onları mutlaka sağ salim yakalayacağız…” diye bu canı yanan halkına bu “karanlıktan” korkmamaları için bu şekilde seslenmiş.

Kiwrem; Allahın seversen, burada kafam karıştı ve aklım almadı. Afedersin, kendimi “aptal ve geri zekalı” biri gibi hissettim, yoksa ben mi yanılıyorum. Bundan sebeple kirwem; kusuruma kalmazsan sana bir şey soracağım?

“Canlı bomba; eylemini gerçekleştirdikten sonra sağ salim yakalana biliyor mu?” Ne olursun söyle bana kirwem; yani o güzel yüzlü ve yürekli “ışık insanlarına” karanlık bir zift gibi bulaşıp onları nefessiz bırakıp boğmadan önce..”, bilmem anlatabildim mi kirwem; işte ben burayı anlamadım. Hallarımı bana haber edip yazarsan sevinirim.

“Güneş gibi aydınlık; ölüm gibi karanlık”*(3)

Ha bir de unutmadan söyleyeyim kirwem; bu ülkede bir kâmil insan varmış ve o daha Hak’ka yürümeden bu kötülüğü yapanlara şöyle demiş:

“Gelin dertlerimizi ve sorunlarımızı karşılıklı oturup konuşalım. Keza biz sizinle konuşacak son nesiliz. Bizden sonra karşınızda sizinle bunları oturup konuşacak bir nesil bulamayacaksınız…” diye.

Ama ne gezer kirwem. Bu güzel “tembih” bu ülkeyi yönetenlerin bir kulağından girip öbüründen çıkmış. Hatta umurlarında bile olmamış. Şimdilerde ise vakti zamanında bundan seneler önce nene dedesine, ana babasına bin bir galiz küfürler edilip dışkı yedirilen köylülerin çocuk ve torunları büyüdüler. Yarın da; annesinin yanında tüm bu yaşanılan acıya şahit olan, o masum kardeşinin o “ay gibi aydınlık” güzel bedenini günlerce buzdolabında “ölüm gibi” karanlıkta saklanılana şahit olan çocuklar büyüyecekler. Onlar ise kendilerine bunu reva gören bu kardeşleriyle hiç konuşmayacaklar ve görünen o ki bu günlerden daha yaman ve daha acı ve de kan dolu bir savaşa tutuşacaklar kirwem. Umarım bu olmaz ve bir yolu tez elden bulunur!..

***

AdilêMa

“Adil’e mektup-ağıt”

“Se bi to galo heştaê; se bi to ?…”*(4)

Ey dağların kartalı Sılê Phıt’ın neslinden torunu. Sen ki Dêsım’in Mameki’sinde, Hezırge’de, Kanoğlu’nda yükseklerden süzülen asi bir kartaldın. Söyle bana; ne oldu, nasıl oldu da o kara kapkara Ankara’nın bu düzünde böyle gafil avlandın? Söyle bana; şimdi oldu mu bu, yakıştı mı sana bu; yakışmadı elbette o yoluna gittiğin Kaypakkaya gibi “ser verip sır vermeyen” sana.Oysa biliyorum; az çok o kocaman ve cesur yüreğini tanımışlığım vardır. Uğruna yükseklerden uçtuğun, teslim olmadığın, mücadelesini azmin ve o korkunç güçlü iradenle yükselttiğin bu halkın için daha yapacak çok şeyin vardı; “Dewrim” düşlerin vardı. O halde; “Oldu mu şimdi bu, oldu mu böyle yarım yamalak bırakıp da gitmek?..” söyle bana.

Sen ki, akla gelmez türlü faşist işkencelerden geçtin; sen ki o dayanılmaz acıya o korkunç yüreğinin derinliğinden ve çelik iradenden gelen sesinle karşı koydun; sen ki, kendi elinle mezarını kazdırdıkları halde korkmadan tükürdün düşmanının suratına; sen ki, insanlıktan nasibini almamış alçaklara bir “tarih dersi” verdin ve yürekli bir Dêsım “ışık insanının” nasıl olduğunu gösterdin; sen ki, sana işkence yapan düşmanını bile sana içten içe gıpta edip saygı duymasını sağladın. Şimdi söyle bana, oldu mu bu; oldu mu bu şekilde bizden habersiz ve sessiz bu gidiş…

Biz senin gibi bir yürekli ve inanmış bir “komüniste” böyle bir gidişi yakıştıramadık, doğrusu. Oysa senin ölümün daha güzel olmalıydı, sana ve senin de kendine yakıştırdığın bu değildi. Eminim en çok da buna pişmanlık duymaktasındır. Sen demez miydin; “Kimse bana acımasın, bu duygudan nefret ediyorum..”. Çatışarak vurulmak varken, arkadan kahpece vurulmaya. “Barış” için haykırdın. Bu da başka bir mücadele biçimi ama yine de yine de o suratlarına tükürüp boğacağın “karanlık suratlıların ve örümcek beyinlilerin” elinden olmamalıydı bu. Dedim ya “galo heştaê” gafil avlandın, gafil; Angara’nın kara kap kara ovasında.

Oysa şimdi Dêsım’in asi dağlarının ve mavi Munzur’un, Laç’ın yükseklerinde yükselmeliydin. Hoş, yüreğimizdeki yerin yine de orası ya. Yine de ruhun sağ olsun; sen bizim yüreğimizin en güzel yerinde ve oradan o “ütopya ülkesinden” o mavi yüksekliklerde bir yıldız gibi bize göz kırpıyorsun. Biz bunun farkındayız; bu sebeple sen, müsterih ol ve rahat uyu emi!..

10 Ekim’de yitirdiğimiz Veysel Deniz, Sidar, Dicle ve tüm “ışık insanları”nın*(2) anısına saygıyla!…

Asmên Ercan Gür (aliyedemeniz@hotmail.com)

https://www.youtube.com/watch?v=FEgNg2xcXO (Gidenlerin anısına!)

*Mıgırdıç Margosyan hitabeti. (Kirweme Mektuplar, Evrensel Gazetesi)

*(2) Remzi Aydın öyküleri ve “Piro; Işık İnsanı” romanından.

*(3) Memed Uzun’un romanı.

*(4) Erdoğan Emir’in Seyit Rıza’ya atfen bir bestesinden.

Sosyal medyada paylaşın
        
   
Continue Reading
You may also like...
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

17 + eight =

More in Haberler

To Top