Haberler
Bıko
Işık ve ziyaret yurdu olan Dersim, koyu bir karanlığa gömülmüş gibiydi. Tüm gölgeler aşağı emiyordu. Işığı arıyor gibi sağa sola döndü. Yönünü hangi tarafa çevirse ışığı emen koyu gölgeleri görüyordu.
Murat Kahraman
Açlıktan yüzü üçgene dönmüş kızı üzerinde sabitledi bakışlarını. Durmadan soru soran kızının yüzünü ilk kez bu kadar detaylı inceliyordu. Annesinin bir kopyasıydı. Sağ gözünün alt tarafında birbirine yakın iki benin arasında gözyaşları yol yapmıştı. Kuruyan gözyaşı kırmızı toprakla kirlenmişti. Kırmızı toprak yüzünden çenesinin altına kadar dikey bir iz oluşturmuştu.
Dokuz yaşına gelmesine rağmen halen annesinin memesini emen çocuk, zamanın çoğunu soru sorarak ve annesini isteyerek geçiriyordu.
“Her ca ça hondı tariyo bawo?”
(Her yeri niye bu kadar karanlık baba?”
Işık ve ziyaret yurdu olan Dersim, koyu bir karanlığa gömülmüş gibiydi. Tüm gölgeler aşağı emiyordu. Işığı arıyor gibi sağa sola döndü. Yönünü hangi tarafa çevirse ışığı emen koyu gölgeleri görüyordu. Hızla dönünce sol kolumdaki yara kanamaya başladı.
Çocuğuna uygun bir cevap aramaya çalıştı. Dünyanın vicdanı ağır hastaydı; ölüm yatağına düşmüştü. Kimse imdat çığlıklarına cevap vermiyordu, sesi yine kendisine geri dönüyor ve içinde yankılanıyordu. Ayağının altındaki toprak bile düşman olmuştu. Orman içleri ve Irmak boyları işgal orduları, kelle avcıları ve ispiyoncularla dolmuştu.
“Dıke,vergo şoh wördo . Were vergo kı bi mırd tij vejina!”
(Evladım, ışığı kurtlar yemiş. Kurtların karnı doyduktan sonra güneş de doğacak!)
“Nu sene vergo kı şoh vöno bawo?”
(Bu nasıl kurt ki ışığı da yiyor baba?)
“Dina mare poşta xu çarna dıke. Hata kı şoh nàmı kes cesaret nıkeno mare riye xo raçerno.”
(Dünya bize sırtını döndü evladım. Işık gelmeyene kadar kimse yüzünü bize dönmeye cesaret edemez!)
“Key?”
(Neden?)
“Riye ma eyna dinono lazemı. Kamkı riye mare nadaenıraCesaret kerd kefçıliye xo vineno!”
(Yüzümüz onların aynasıdır evladım. Yüzümüze bakmaya cesaret eden kendi çirkinliğini görecektir!)
“Ma hep teyna manemı bawo?”
(Hep yalnız mı kalacağız baba?)
“Ma teynayena xo de bemı jedey endı.”
(Biz kendi yalnızlığımızda çoğalacağız artık!) ;diye mırıldandı. Sorusunu tekrarlayan ve söylediğinde bir şey anlamayan kızına:
“Zamenı çenamı“
( Bir süre kızım)
“Venge teyr tur qey bırıya de bawo?”
(Neden kuşların sesi kesildi baba?)
Kızının sorduğu soru karşısında kaşlarını çattı. İksor Vadisi’ni ve uçurumlarını süzdü. Gün batımı yaklaşmasına rağmen tek bir tane kartal gökyüzünde göremedi. Hâlbuki akşam olunca Dersim’deki kartallar İksor vadisi üzerinden geniş daireler çizer. Karanlık çökmeden önce de İksor’da tar tutarlardı.
Teyr tur je jaru diyaru ma caverdaymı çenam
(kuşlarda ziyaretleri gibi bizi terk ettiler kızım!)
“Qey bawo?”
(neden baba?)
“Nızon çenam, belka mara hereday.”
(Bilmiyorum kızım, belki de bize küstüler.)
“Moamı vı bıraonemıra çı waxt yenı bawo?”
(Annem ve kardeşlerim ne zaman gelecek baba?”
Kırmızı tozu oyuncağı olarak kabul eden kızına baktı. Kırmızı tozun içindeki küçük taçları temizleyen ellerinin bir çubuk gibi inceliğini gördü. Üstündeki yamalı fistan dışında hiçbir giysisi yoktu. Üstelik yırtık fistanı kolundaki yaranın kanıyla lekelenmişti. Kanın olduğu bölgeye sinekler konmuştu. Kırmızı toprağa sürülen kan, yama gibi duruyordu. Çıplak ayaklarına baktı. Ayakları kanamış, toprak yaraya pansuman olmuştu. Yaranın derinliği görünmüyordu.
Soru soran kızının yüzündeki masumiyette binlerce cevapsız soru üşüşmüş gibiydi.
Sorulan soruya cevap verse kötülük, vermese suç olacaktı. Üstelik Demenanlılar’ın aksanıyla cevap verseydi, kahramanlık öyküsüne dönecek; o aksanla cevap vermeseydi de her şey eksik kalacaktı.
Kendi bedeni içinde kaybolmak ve kendisini ret etmek istedi.
Kan kokusuna gelen sinekleri, kolundaki yaranın üzerinden kovdu. Yarasındaki koku etrafındaki havaya yayılıyordu. Jarudiyar, kendi kokularına da küsmüştü.
“E kı moamı niame je domano xo erzon na çem bawo!”
(Eğer annem gelmezse ben de kendimi çocuklar gibi şu suya atacağım baba!)
İşaret parmağıyla Irmağı gösteren kızına baktı. Sözünü bitirmesine rağmen suyu işaret eden eli havada kalmıştı. Kızının kararlılığında ürktü. Öfkesi, kararlılığı ve mizacı da aynen annesine benzeyen kızının, yuvalarından fırlar gibi büyüyen gözlerinden süzülen gözyaşları karşısında ne yapacağını şaşırdı. İnler gibi ismini mırıldandı.
“Ere Fate’mın“
( Fatmacığım)
Acelesi varmış gibi nehrin üzerinde hızla sürüklenen cansız bedenleri, kızının görmediğini düşünüyordu. Hatta kızının suda sürüklenen insanları görmesin diye, Munzur suyunu göremeyeceği bir yere saklanmıştı. Oysa kızı “yüzen cesetleri”tezden görmüştü.
Sanki İksor’un kayalıkları göğsü üzerine yuvarlanmış gibi nefes almakta zorlandı. Bakışlarından utandı. Yüzünü kızından gizlercesine başka bir evrene çevirdi.
Açtı, yorgundu ve yaralıydı. Tornova’ya doğru baktı. Yakılan ekin tarlalarında buğday tanelerini bulacağını umut etti.
Eli hala havada duran ve sorgulayan bakışlarla ağlayan kızın üzerine eğildi.
Onu teselli edebilecek bir söz söylemek istedi. Gırtlağı da kendisine ihanet etmişti; ne bir kelime edecek cesareti kalmıştı ne de mecali kalmıştı.
Sırtını kızına dönerek çömeldi. Sağlam eliyle sırtına gelmesini işaret etti:
“De haydi bıko!”
Eşiyle süngülenen ve kızı Fatma’yla ikiz olan oğlu Usıv’ı sırtına çağırmıştı.
“Bıko” sözcüğü dilinde asılı kaldı. İnledi. Bir avuç toprak ağzına attı, ısırdı toprağı. Sırtına yaslanan kızıyla birlikte yüzüstü yere kapaklandı.
Yerinde doğruldu. Ağlayan kızın başını koynunda sakladı. Suda bir görünüp bir kaybolan çıplak anneyle bebeğinin cansız bedenine bakamadı. Yüzünü kızının saçları içinde gizledi.
İksor’a, ısıran, vahşi ve ulayan bir karanlık tezden çökmüştü…
…
Kemalist ordular tarafından soykırıma uğrayan 38 kurbanlarını bir kez daha anıyor, suçluları 38 milyon kez lanetliyoruz!..