Haberler
Bırakıp gitmeyiz Munzur’u, Düzgün’ü…
Demem o ki Dünya değişir, tarih değişir, hükümetler değişir, fakat Devlet’in Dersim’e bakışı değişmez, güvenlik uygulamaları ise hiç değişmez.
Şükran Lılek YILMAZ
Yaklaşık üç hafta önce Dersim’deydim. Aslında Ovacık’taydım demeliyim, zira Dersim’de yemek molası dışında kalmadım.
Dünya değişir, tarih değişir, hükümetler değişir, fakat Devlet’in Dersim’e bakışı değişmez, güvenlik uygulamaları ise hiç değişmez. Bunun OHAL’le de ilgisi yoktur emin olun. Kendimi bildim bileli yüksek güvenlik bölgesidir Dersim.
01 Aralık Cuma günü İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’nda başlayan ve havaalanlarına özgü güvenlik kontrollerinin uygulandığı yolculuğumun ilk durağı olan Trabzon Havalimanı’nda da aynı olağanlıkla sonlanmıştı. Tonyalı dostlarımın alanda beni karşılamalarıyla Tonya’ya kadar geçen sürede hiçbir yerde asker ya da polise rastlamadık.
Son dört yıldır her bahar ve sonbaharda gerçekleştirdiğim Tonya ziyaretlerimi bazen aralık ayının başına denk getirir, Erzincan ve Ovacık ile birleştiririm; bu yıl olduğu gibi. Tonya’da iki gün geçirdikten sonra pazar sabahı Trabzon-Diyarbakır seferini yapan otobüsle Erzincan’a doğru yol alırken Gümüşhane’yi henüz birkaç kilometre geçmiştik ki güvenlik güçlerinin yolu kapattığını ve kimlik kontrolü yaptıklarını fark ettim. Otobüs, kontrol noktasına yaklaşırken içimden, “Anadolu’ya hoş geldik!” diye geçiriyordum. Trabzon, Gümüşhane-Kelkit derken Erzincan, Dersim, Elazığ ve nihayet Diyarbakır’da son bulacak olan bu güzergah Karadeniz’den uzaklaşıp Anadolu’ya yaklaşırken güvenlik güçleri, Devlet’in varlığını hissettirmeye başlıyordu. Neyse moralimi bozmayacağım…
O günü Erzincan’daki geçirip ertesi gün, sabah 10.00’da dayımla birlikte Ovacık’a doğru yola çıktık. Erzincan’dan çıkıp Dersim il sınırı olan Mutu Köprüsü’ne doğru ilerlerken, yine kontrol. Dayım aracı yavaşlattı, yanımıza gelen askere kimliklerimizi uzattık, asker elinde bekleyen diğer bir askere verdi. Kimlik bilgilerimizi girmekle görevli asker işini bitirip kimliklerimizi geri gönderdi, böylece yolumuza devam ettik. Mutu Köprüsü’nde arama yoktu, fakat hepimizin bildiği, Mutu’nun tepesindeki karakoldan gelen geçen aracı, içinde kaç kişi olduğunu kayıt altına alıyorlardır muhtemelen.
Cankurtaran’a doğru yükseldikçe kar da başladı, her yer beyaza kesmiş. Yol temiz olsa da yer yer buzlanma var, özellikle virajların güneş görmeyen kıvrımları, tehlikeli olabilecek düzeyde. Camı açıp memleketimin havasını soluyorum; özlediğim, hasretle dolup taştığım…
Ve Cankurtaran! Ve bariyerler! Ve Askerler… Yine kimlik kontrolü. Burası Dersim, öyle kimliğe bakıp geçirmek yok; aracımız da kontrole tabi tutuluyor. Bagajda nenem için aldığımız yiyecekler var, şöyle bir bakıp dayımın tarafına geçiyor ve kimliklerimizi veriyor. Bunu da atlattık, bundan sonraki Pülümür’de.
Yeniden düşüyoruz yola, artık Pülümür’e doğru iniyoruz. Bu yolu inerken hiç bitmesini istemem, karşıda karlı dağları, ormanları, vadileriyle görülmeye değer bir manzara sunuyor doğa…
Pülümür’ü geçiyor ve eski Yatılı okul binasına yaklaşırken sağlı sollu iki metreyi aşan beton duvarlar örülmüş yolun iki kenarına. Ayrıca yere de elektronik duba yerleştirilmiş. Asker yok, şaşırdığımı fark eden dayım, askerler geride duruyor, kamera var, geçen araçları izliyor, şüphelenirlerse Pülümür Vadisi’nin çıkışındaki noktaya bildiriyorlar, dedi. Bir yılı aşkın süredir Dersim’de aralıksız devam eden operasyonların neticesi olmalı bu duvarlar. Bakalım sonraki noktada neyle karşılaşacağız…
Pülümür Vadisi’ni, çığ tünellerini, Pülümür Çayı’nı geride bırakıp Nazımiye yol ayrımına geliyoruz. Her Nazımiye tabelasını gördüğümde aklımdan geçen, O kadar da Nazımiyeli arkadaşım var bir gün misafir olamadım, düşüncesiyle uzaklaşıyoruz tabeladan. Kim bilir belki bir gün…
Dersim merkeze 10 km. kaldı. Kontrol noktası da beton duvarları ile göründü. Yavaşlıyoruz, önümüzdeki araç geçerken bizim plaka söylenerek ilk komut veriliyor, “Sağ camı aç, yavaşça yaklaş!” Dayım camı açarken ben de sağa sola bakınarak sesin sahibini arıyorum. Kimse yok ortalıkta, beton duvar arasına geldiğimizde “Dur!” sesiyle irkildim. Yine kimse yok, ayrıca bu ses mekanik geliyor bana. Dayım sıklıkla nenemi ziyarete geldiği için bu uygulamalara alışmış. Aracın elektronik aranması bitince ilerleyip askerin yanında durduk. Kimliklerimizi istedi. Dayım o arada kendi kimliğini uzatırken “Bir tane versek olur mu?” diye sorunca askerin, “Olmaz, ikisini de verin.” Yanıtı üzerine kimliğimi uzattım. Nereye gittiğimizi, bagajdaki yiyecekleri nereye götürdüğümüzü sordu, “Ovacık’a, annemize” yanıtını alan asker kimliklerimizi verdi, biz de yolumuza devam ettik.
Hadi bakalım, bunu da geçtik. Sırada Ovacık yol ayrımı… İşte oraya hiç gelmeyelim, buraya kadar askerlerin denetiminde olan güvenlik noktaları, Ovacık yol ayrımında Özel Harekatçıların denetiminde. Ellerindeki kocaman otomatik silahları insanların üzerine doğrultur pozisyonda tutup gözlerine taktıkları güneş gözlükleri ile insanları süzerler. Tek dertleri halkı tedirgin ve de huzursuz etmek. “Devlet biziz, biz izin verdiğimiz için siz burada yaşıyorsunuz!” demenin bir yöntemidir bu.
Demem o ki Dünya değişir, tarih değişir, hükümetler değişir, fakat Devlet’in Dersim’e bakışı değişmez, güvenlik uygulamaları ise hiç değişmez.
Olsun, değişmesin, biz doğduğumuz, ama mecburi sürgünlere gittiğimiz yerlerden elbet bir gün dönüp geleceğiz. Koşullar ne olursa olsun, hiç bir güç bizi bu topraklardan söküp atamayacak. Ne 38’lerle ne darbelerle ne köylerimizi yıkıp ormanlarımızı yakarak ne de barajlarla bizi bu topraklardan söküp atamayacaklar. 38’den bu güne bu topraklarda üç kuşak bir arada kefensiz yatan atalarımız var bizim, bırakıp gitmeyiz. Bırakıp gitmeyiz; Munzur’u, Düzgün’ü, Tujik Dağı’nı, Sultan Babayı… Gitmeyeceğiz, terk etmeyeceğiz!