Gündem
Küstah Timsah! – Ruşen Çakır Yazdı…
Madımak Katliamı ile ilgili gazeteci-yazar Ruşen Çakır’ın 01.08.1993 tarihinde Birikim Dergisi’nde yayınlanan yazısı…
RUŞEN ÇAKIR’IN KATLİAM’IN ARDINDAN YAZDIĞI YAZISI
Bir bataklıkta yaşıyoruz, timsahları yok etme, ardından da bataklığı kurutma umudumuz giderek yok oluyor. Bari şu timsahlar adam gibi timsah olsa da gözyaşı dökse…
Bütün herkesin elbirliği yapmışcasına “değişim” sloganları haykırdığı bir dönemde patlayan Sıvas olayları, Türkiye’de olumlu anlamda pek bir değişikliğin olmadığını, ya da başka bir deyişle olumlu değişimlerin birikiminin kemikleşmi ş alışkanlıkların su yüzüne çıkması durumunda pek bir işe yaramadığını gösterdi. Son on yılın gündemini belirlediği varsayılan “birlikte yaşama hukuku” tartışmaları da Sivas’la birlikte çok büyük bir yara aldı. İnsanların bu tartışmaları yürütmeye pek az bir mecali, heyecanı ve cesareti kaldı.
Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun cinayetleriyle ilk provası yapılan, Uğur Mumcu suikastı ile bütün ön koşulları yaratılan “laik-şeriatçı çatışmasının” önünü almak artık çok zora benziyor. Üstelik Sivas katliamı bu çatışmayı “Alevi-Sünni”, “sağcı-solcu” çatışmalarına da iyice buladı. Halbuki böyle olmayabilirdi, Sivas katliamı tüm bu çatışma ihtimallerinin büyük bir darbe yediği bir dönüm noktası olabilirdi. Ancak hukukun üstünlüğünü hayata geçirmek yerine “linç hukuku”na davetiye çıkartan devletin Başbakan ve İçişleri Bakanı, “devletle halk karşı karşıya getirilmesin” diyen eski patronları Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in talimatlarına uygun olarak Madımak Oteli’nin yakılıp 37 kişinin öldürülmesinin baş sorumlusu olarak Aziz Nesin’i gösterdiler; “halktan kimsenin ölmediğini” büyük bir gururla açıkladılar; ölen öldükten, yığınla güvenlik gücü şehre dolduktan sonra sokağa çıkma yasağıyla evlerine tıkılan Sivaslılara “gösterdikleri sağduyu” için bir de teşekkür ettiler. Olayla ilgili sürdürülen soruşturma ve operasyonlar milliyetçi-muhafazakâr Sivaslılarda endişe ve panik yaratınca da katliama karşı solcu ve Alevi yurttaşların gerçekleştirdikleri protestoları amansız bir biçimde bastırıp yaklaşık 50 kişiyi gözaltına aldılar.
Onlar şu günlerde rivayetlerle yaşamaya çalışıyorlar. Provokasyon spekülasyonlarının dışında, “aslında en az altı Sivaslının tabancayla öldürüldüğünü, ama devletin bunu gizlediğini” konuşuyorlar örneğin. 37 kişinin öldürülmesinin suçluluk duygusundan öyle kolay kolay kaçamayacaklarının bilincindeler, ama olsun. Onlar, Madımak Oteli’ni yakmakla aslında kendilerini yakmışlar. Neyse ki devletin en üst katları, basının ciddi bir kısmı şu ya da bu şekilde yaralarına bir ölçüde merhem olmuş. Bütün sevapları kendilerine alıp, bütün günahları var olup olmadıkları bilinmeyen, varolsalar dahi kim oldukları asla öğrenilemeyecek olan provokatörlerle ruhlarını, vicdanlarını arındırmaya çalışıyorlar. Türkiye’nin daha önceki katliam deneylerinden hareketle mahkemenin sonucunda çok ciddi bir şey çıkmayacağını umuyorlar.
Onlar, 2 Temmuz günü, birer taşralı olarak merkeze karşı birikmiş bütün tepkilerini haykırmışlar. Seçtikleri dört İttifak milletvekilinin (şimdi üçü RP’de, diğeri BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu) siyasî iktidardan uzakta olmasının öfkelerini; her geçen gün ülkedeki değişimin biraz daha gerisinde kalmanın ve bunun sonucunda daha da yoksul ve yoksun hale gelmenin hiddetini haykırmışlar. Onların öfkelerini kanalize edebilecekleri, güçlerini gösterebilecekleri fırsat, Aziz Nesin’in illerine gelişi olmuş. Normal şartlarda, ülkenin yaşayan en büyük yazarlarından birini ağırlamaktan şeref duymaları gerekirken, birden birileri onlara ellerindeki en büyük meziyetlerinin, diğer bir deyişle tek sermayelerinin “dinsel duyarlıkları” olduğunu fısıldamış. Merkeze öfkelerini, çoktan beri merkezle ilgisi kalmamış, kendileriyle bir bakıma aynı yalnızlık kaderine sahip olan insanlara kusmuşlar. Şimdi bir taraftan mesajlarının alındığının verdiği hoşnutlukla, mesajın iletme yolunun aslında mesajın ta kendisi olduğunu hissederek bilmenin verdiği vicdan azabı arasında ne yapacaklarını bilmez durumdalar; bekliyorlar.
Onların tek kurtuluşu, gerçekleştirdikleri vahşetin benzerlerinin başka yerlerde başkaları tarafından gerçekleştirilmesidir. Ama hiç kuşkusuz yalnız değiller. RP’nin yarı resmî yayın organı Milli Gazete, PKK’nin Erzincan’daki köy katliamını, hele bunun Sıvas’a misilleme olduğu iddialarını büyük bir keyifle sürmanşete çıkartıp aynı keyifle “Şimdi ne diyorsunuz laikler?” diye sormadı mı?
İşte bir başka örnek, Yeni Yeryüzü dergisi. Bu derginin adı, kanlı cuma günü Sıvas il merkezinde dağıtılan “Türkiyeli Müslümanlar” imzalı bildiri nedeniyle de geçti. MHP ve ülkücü kuruluşlar davasında yargılanan Burhan Kavuncu’nun sahipliğini ve sorumlu yazıişleri müdürlüğünü yaptığı, eski ülkücü ve PKK’lı bazı İslamcıların da yazılar yazdığı Hizbullahi çizgideki dergi Haziran-Temmuz 1993 tarihli sayısında Şeytan Ayetleri’ni tefrika eden Aydınlık gazetesi ve başyazarı Aziz Nesin aleyhine kaleme alınan bu bildiriyi yayımlamıştı. “Aydınlık Susturuldu” kapak spotuyla çıkan bu sayının üstünkörü bir incelemesi, Sıvas olayları ile ilgili tartışmalar açısından bir başlangıç olabilir kanısındayım. Önce dergide “Şerefli Boyabat Halkı” başlıklı yazıdan bazı bölümler alıntılamak istiyorum:
“Sinop’un Boyabat ilçesi, 17 Haziran günü Türkiye’nin tarihine geçecek bir kıyamı yaşadı. Bir sapığın cezalandırılmak istenmesiyle vukubulan halk tepkisinin laik rejime yönelik olduğu apaçıktı (…) Boyabat halkının kıyamında, onun, bilinçli bir İslami mücadelenin hedefleri için harekete geçtiği söylenemez. Ancak halkın isyan ettiği şey, küfür sisteminin kokuşmuşluğu ve ahlaksızlıklara gösterdiği hoşgörü idi. Yine insanlar kendilerine şifa verecek tek hukuk sisteminin ‘Şeriat’ olduğunu görebiliyorlardı. Basın ve TV necaset kanallarının bütün çabaları, devletin yetmiş yıllık ‘laik ahlakı yaygınlaştırma’ programları, Boyabat halkının ahlak duygusunu yok edememişti.”
Aynı sayıda İbrahim Gürcan imzalı bir başka yazıda ise sivil toplum şöyle tarif ediliyor: “Bugün batılı toplumlara bakıldığında aslında sivil toplum, devletin kendini gizleyerek yeni iktidar dinamikleri oluşturduğu bir alan olarak devletin gizli yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır.” “Batılı bir ideoloji: Sivil toplum” başlıklı bu yazının içinde yer alan bir derleme çevirinin başlığı ise herşeye noktayı koyuyor: “ABD, sivil toplum istiyor”.
Boyabat’ta, Sivas’ta, Ezine’de, kimi zaman küçük çocuklara saldıran bir kişi, kimi zaman dinsiz, kimi zaman Kürt kimliğiyle ortaya çıkan “öteki”ne yönelik linç hukukunu işletmeye çalışan kalabalıklar, sanmıyorum ki kendilerinden farklı olanlarla birlikte yaşamaya bu denli “teorik berraklıkla” karşı çıksınlar. Ancak bu kalabalıklar, bu berraklığa sahip bazı “öncülerle”, içlerinde taşıdıkları, kolaylıkla faşizan olarak adlandırılabilecek ögelerle yer ve koşullar uygun olduğunda kolaylıkla buluşabilirler. Yeni Sivaslar yaratmaya aday bu buluşmaların daha çok taşrada yaşanabileceğini sanıyorum.
Sıvas katliamını öğrendiğim cuma gecesi geliyor gözümün önüne: Toplum varsa bile ben evimde tek başımayım, çaresizim, üzgünüm, öfkeliyim. Ertesi sabah İslâmcı bir dergiden bir muhabir arıyor. Yayımlamak için değilmiş, ama görüşlerimi merak etmiş. Bana Sıvas muhabirlerinin anlattığı, çoğu katliamı mazûr göstermeye yönelik bir yığın şeyi aktarıyor. Telefondaki öfkemi anlayabildiğini sanmıyorum. Gazetelerin çoğunun “Aziz Nesin İsyanı” başlıkları mesleğimden bir kez daha tiksinmeme yol açıyor. “Bak, gördün mü, senin İslâmcılar ne yaptı” lafları duymamak için sokaklara çıkamıyorum. Sonunda, “bunlar benim İslâmcılarım değil” diyorum kendi kendime, “bunlar İslâmcı da değil, olsa olsa faşist.”
Bir bataklıkta yaşıyoruz, timsahları yok etme, ardından da bataklığı kurutma umudumuz giderek yok oluyor. Bari şu timsahlar adam gibi timsah olsa da gözyaşı dökse… Evet, Türkiye’de bazı dindarlar sivil faşist azgınlıkların kitlesi olabiliyorlar. Ancak özellikle büyük şehirlerde çok sayıda dindar demokrasiyi, barış içinde birlikte yaşamayı benimsiyor. Bu dindarların demokrasi mücadelesi tüm Türkiye toplumunun demokrasi mücadelesinin bir parçası. Bu mücadeleye burun kıvırma gibi bir lüksümüz olamaz.
Tabii ki bir yandan demokrasi deyip, öte yandan Sivas gibi bir vahşete karşı sessiz kalınamayacağını, “bunak Aziz Nesin” vs. gibi saçma bahanelerle bu ayıbın örtülemeyeceğini ısrarla vurgulamak gerekiyor. Yalnız bunu yaparken demokrasiyi savunma konusunda zaten binbir güçlük çeken dindarları sivil faşizmin saflarına itebilecek tutumlardan da kaçınmak gerekiyor. Helsinki Yurttaşlar Meclisi’nin İstanbul’a yağdırdığı bir milyon “Bosna-Hersek olmayalım” bildirisi yüreğime su serpiyor. Ama kafamda hep aynı tedirginlik; bir Türk-Kürt, laik-şeriatçı, Alevi-Sünni savaşında ben hangi saflarda yer alabilirim? Türkiye’de toplum var mı? Galiba var. Çünkü toplum yoksa umut da yok. Umudu yaşatmak gerek. Direnmek gerek.
Ruşen ÇAKIR
01.08.1993 Birikim