Connect with us

Dersim News, Dersim Haber, Dersim

Bitsin artık bu zulüm! kavuşalım Hasret'imize…

Dersim

Bitsin artık bu zulüm! kavuşalım Hasret'imize…

Bir Alevi mekânına, Kutsalımız olan Düzgün Bava Mekânı’na sığınmış bir Anıt’tan korkmamalıyız.

Sosyal medyada paylaşın
        
   

Haydar BELTAN

Dün gece rüyamda dostum Hasret Gültekin’i gördüm. Bir yanı sıkıntılı, bir yanını da umutlu gördüm. Bir binanın ikinci katında, kuru bir masanın üzerinde yatıyordu. Etrafını saran bir çok insan vardı ve hep bir ağızdan konuşuyorlardı. Kulak verdim konuşulanlara ama hiçbir şey anlamadım. Az ilerisinde, kısmen karanlık bir köşede iki kişi daha duruyordu. Onlara baktım, biri uzun saçlı, biri de uzun boylu ve saçları tamamen dökülmüştü. Birinin elinde bir kazma, diğerinin elinde de megafona benzer bir alet vardı. İkisi sırıtarak, masanın kenarında anlamlı anlamsız konuşanlara bakıyor, onlar da konuşulanlardan hiç bir şey anlamıyorlardı.


Hasret, başını kaldırarak bana baktı ve göz kırparak , “Bunlar ne söylüyor hiç anlamıyorum, sen anlayabildin mi” dedi. Ben omuzlarımı kaldırarak, cevap verdim. Ne demek istediğimi anladı Hasret. Çünkü ben de ne dediklerini anlayamamıştım.


Hasret, köşede duranları işaret ederek, “Bunları uyar, megafonla konuşsunlar belki sesler kesilir ve biz de bir şeyler anlarız” diyor. Ben bir şeyler söylüyorum, olanca gücümle bağırıyorum ama sesimi onlara ulaştıramıyorum. Hasret, “Kendini yorma yoldaş” diyor. “Onlar şimdi kimseyi duymuyor. Kendi alemindeler, uyanmalarını beklemekten başka çaremiz yok” diye devam ediyor.
Biraz daha yaklaşıyorum Hasret’e. Kaç günden beridir burdasın, bu kuru masanın üzerinde mi yatıyorsun diyorum.

“Yok yok” diyor. “Benim yerim kuru değil. Herkes öyle biliyor, aslında benim yerim rahat. Ama yine de kimseye söyleme, onlar öyle bilsinler. Yerimin rahat olduğunu öğrenirlerse, beni buradan alıp başka yere götürebilirler. Ben Düzgün Bava’ya Ciran olmaya, O’na sığınmaya geldim. Pirime el vermeye geldim. Kızgın alevlerden zor kurtardım aha şu elimden bırakamadığım bağlamamı. Biz burada, bu odada 33 kişiyiz. Aslında ben onlar, onlar da benim. Yok birbirimizden ayrılığımız. Bu konuşanlar ve o köşede sinsice bekleyenler, onları göremiyor; görünen sadece benim. Pirimizi de daha göremedik, neden hala gelmedi bir anlam veremedim. Belki haberi yoktur, belki haberi var ama yanımıza gelmesine izin vermiyorlar.”
Yeniden sesleniyorum o iki kişiye ama yine beni duymuyorlar. Hasret ve arkadaşları Düzgün’ün talipleridir, neden huzura bırakmıyorsunuz diyorum ama nafile, beni duymuyorlar.


“Boşuna uğraşma” diyor Hasret. “Bana kızgın alevler acı vermedi, ama onun elindeki aletin bana verdiği acı yüreğimi dağladı. Kızgın alevler arasında, ‘allahu ekber’ naraları zor gelmedi bana ama orada durup yanıma gelmeye cesaret edemeyenin bağırarak ‘Rızalığım yok’ demesi çok zor geldi bana. Sadece bana değil, birlikte yola çıktığımız bu canlarımıza da zor geldi. Yezitler de bizi kızgın alevler içine attıklarında, ‘Buraya giremezsiniz’ dediler. Peki farkları ne? Kimlerden rızalık alacağız bu dünyada. Pirimizin huzuruna çıkarken, ona Ciran olmak isterken, rızalık mı alacağız!”


Hak verdim Hasret’e. Yüzünde, yakılmanın ve yıkılmanın hüznünü gördüm. Ama gözlerinde hala bir umut ışığı var gibiydi. “Biz Düzgün Bava’nın bahtına sığındık bir kere,” der gibi kararlı gözüküyordu.
Binanın dışından gürültüler geliyordu. Hasret başını kaldırıp pencereden dışarıya baktı. “Bak yoldaş” dedi. “Kepçeleri, dozerleri, iş aletlerini, mikserleri, elinde kazma kürek olan insanlarımızı görüyor musun.” Kafamı çevirerek dışarı baktım. Evet, görüyorum yoldaş dedim.


“Bak, burada hala konuşanlar, susmayanlar, şu pencerenin dışında olup bitenleri ne yazık ki görmüyorlar. Veya görmek istemiyorlar. Bu tahribatı ve kirlenmeyi görmüyorlar, itiraz etmiyorlar, rızalık veriyorlar ama bizim bir metre karelik alanımıza itiraz ediyorlar. O kirlenmeyi görmüyorlar ama bizim buranın doğasını bozduğumuzu ve hatta kirlettiğimizi zannediyorlar. Ne diyeyim, derdimi kime söyliyeyim. Pirimi bir görebilsek, bir bir anlatırız bunları.”
Kêmerê Duzgıni zirvesinden bir ses geldi kulağıma. İçerideki kuru gürültü bu sesi duymamı engelliyordu. Hasret’e, dışarı çıkıp bir dinleyeyim, sanki bu Düzgün Bava’nın sesine benziyor dedim. Yeniden dönerim, sizi yalnız bırakmam. Olup bitenler hakkında size bilgi veririm dedim ve kendimi dışarı attım. Tam da dediğim gibi çıktı, konuşan Düzgün Bava’ydı. Tam bir ermiş, tam bir derviş edasıyla konuşuyordu. İçerdekiler, habire konuşanlar dışında, her kes, bütün canlılar sessizliğe bürünmüş, Pirlerini dinliyorlardı.


“Dostlarım, canlarım. Benim mekanıma sığınmış canlarımın, başımın, gözümün üstünde yerleri vardır. Bu Kutsal Topraklar hepimize yeter de artar. Yeter ki senlik benlik girmesin aramıza. Ben ki Dersim’in tüm coğrafyasını gezmişim, ben ki sizin gibi bir insanım. Annem belli, babam belli. Ben bir evladı Resül çocuğuyum. Ne olursunuz, beni putlaştırıp, erişilmez kılmayın. Ben de tıpkı sizin gibi beşeriydim. Benden ne diliyor ve ne umut ediyorsanız, kabul olsun. Biz ki öncelikle kurdu- kuşu; yılanı-kertenkeleyi; dağdaki aç hayvanı, kapı-komşumuzu düşüneniz. Ben kendim için hiçbir zaman bir şey istemedim. Yani önceliği kendime vermedim. Benim için, mekânım için ne olursunuz kavga etmeyin, aranıza fitnecileri, fesatçıları sokmayın. Fitnecileri ve fesatçıları da o kötü yoldan kurtarmaya çalışın, onları da kazanmaya çalışın. Siz de benim gibi birgün sırra mazhar olursanız, inanın bu mekân hepimize yeter. İnanın ki bu mekân, bütün dünya alemine de yeter ve artar bile. Yeter ki dünya malına kanmayasınız, burası benimdir demeyesiniz, tapusunu üzerinize almaya çalışmayasınız!”


Tam bu anda, gözü yaşlı bir biçimde ayağa kalkıp parmağımı öpüp alnıma koyarak, Ya Düzgün Bava, sen insanlarımıza akıl ve izam nasip eyleyesin. Bizi bize düşürenlere, yezidi, kafiri sevindirenlere izin vermeyesin diyorum.


Uykudan uyanınca yeniden düşünmeye başladım, sonra rüyamı hayra yordum. Nedir bu anlamsız kavgamız, ne üzerinde anlaşamıyoruz, niye bu kadar düşman olmuşuz kendimize, dostlarımıza. Biz, derviş olup, dervişçe konuşmayı ne zaman becereceğiz. 33 Canımızın Düzgün Bava’ya Ciran olmak için geldiğinden bu güne çok düşündüm, neler yapabileceğimi, ne söyleyebileceğimi tartıştım durdum kendi kendime. Taa ki Hasret’i rüyamda görene kadar. Kimseyi incitmeden, karşıma almadan, taraf ta tutmadan, bir dost olarak, size dertlerimi dökmeye çalıştım. Beni anlayacağınızı umuyorum.
Düzgün Bava, başta Kureşanlılar olmak üzere, Dersim Alevilerinin Kutsal bir mekânı. Bu mekân, Dersimliler tarafından her yıl ziyaret edilir, adaklar adanır, cemler tutulur, niyazlar dağıtılır, gece kalınarak Rüyaya yatılır. Kutsal mekâna gidildiğinde, inançlı insanlar belli bir noktadan sonra ayakkabılarını çıkararak, yalın ayak Pirin huzuruna çıkarlar.


Zaman değiştikçe, ziyarete gelenlere kolaylıklar sağlamak için, dinlenip ihtiyaçlarını karşılamak için iki tane Cemevi yapılır. Tuvaletler, kesim alanları, konaklama yerleri, su depoları inşa edilir. Düzgün Bava sağ iken, davarlarını otlatmaya götürdüğünde bunlar var mıydı yoktu. Peki ihtiyaç duyuluyor muydu? Duyulmuyordu. Düzgün Bava sır olduktan sonra, yüzyıllar boyu ihtiyaç duyuldu mu? Duyulmadı. Peki ziyarete gidenler bu ihtiyaçlarını nasıl karşılarlardı? Diyelim birinin tuvalet ihtiyacı hasıl oldu. Peki ne yapardı? Kadın erkek fark etmez, uygun bir alanda, uygun bir zamanda bu ihtiyaçlarını giderirlerdi. Ayıplayan, kutsalımızı kirlettin, kimden rızalık aldın diyen var mıydı? Hayır yoktu. Her şey doğallığı içinde devam edip gidiyordu.
Ziyaretçi nüfusu yoğunlaşıp, ilgi daha da arttığında, yeni ihtiyaçlar hasıl oldu. Dinlenme yerleri, tuvaletler, çeşmeler vs. Onlar da karşılandı. Peki sorun ne? Bu kadar gürültünün kopmasının anlamı ne? Anıt! 33 Can! Hasret Gültekin!

Bunlar mı? Evet bunlar! Peki bunlar, kavgaya, ayrışmaya, düşman olmaya, bölünmeye neden olabilecek şeyler mi? Tabii ki hayır. Çünkü Onlar bizim canlarımız, bizim değerlerimiz. O zaman biz neyin peşindeyiz? Bütün bunların arkasında kimler var, hangi güçler var? Biz neden aklı selim ve Dervişçe oturup konuşamıyoruz! Ne demek Dervişçe konuşmak! Dervişçe oturup konuşmak, yani yetinmek, adalet güzergahında yolculuk yapıp, hakkı aramak; o yolculukta da gücü yettiği kadar, haklıya hakkını teslim etmek demektir.
O zaman konuşalım! Bakın, Düzgün Bava, nihayetinde bizim gibi bir anne-baba çocuğuydu. Abimiz, amcamız, dayımız, komşumuz, Pirimiz’di. Dersim’i karş karış gezip, dolaşmış bir kişiydi. O’nun için Dersim’in her karış toprağı kutsaldı. O ki etrafını yeşertmiş, davarları doysun diye. Babasına olan saygısından dolayı, utancından kaçmış ve zirvedeki mekanında sırra ermişti.
Yani, Düzgün Bava diyor ki, “Ben ki yalın ayak Dersim’i dolaşmışım, ben ki kışın bile meşe ağaçlarını yeşertmişim; Sivas Şehitleri Hatıra Ormanı, Cemevi’nin önündeki bu ormanın içinde Hasret Canımın Anıtı ve 33 Canımızın isimlerinin asıldığı kaide, bana zulüm değil, bilakis mutluluktur. Onlarla birlikte olmak bana huzur veriyor. Çünkü yalnız değilim artık.”


Yine, O bize seslenebilseydi, “Ciğerlerim, canlarım, bu Anıtı ve zalimlerce yakılan 33 canımızın isimlerini niye söktünüz! Bunların kime ne zararı vardı! Söktüyseniz de neden gece vakti hiç kimseye görünmeden söktünüz. Sökerken, kimin rızalığını aldınız, hangi Pir gelip indirmek için 33 canımıza dua verdi. Yazık ettiniz, yazık” diye seslenirdi diye sedası geliyor kulağıma.


Hangi Alevi, bir kaç metrekarelik bir alana dikilen Hasret Gültekin Anıtı ve 33 canımızın isimlerinin asılı olduğu kaideden dolayı, kutsalımız bozuldu, kirletildi diyebilir.
Yaklaşık iki aydır Cemevi’nin ikinci katında, Sivas’ta yakılmış, Dersim’de yıkılmış Hasret’imizin kaidesi balyozlarla yerle bir edilmiş, 33 Canın isimleri ile birlikte yerinden sökülmüş ve depoya kaldırılmıştır. Hasret Gültekin Anıtı ve 33 canın isimlerinin yazılı olduğu kaidenin, Cemevi’nin ikinci katında, ikinci kere ölmesine, ben rızalık göstermiyorum.

Eğer bu bir çağrıysa, Dersim’in bir Ocağında, bir Alevi İnanç Mekânı’nda, Kutsal görülen bir mekânında, yatar halde bekletilmesi ayıbına son vermemiz lazım. Bir Alevi mekânına, Kutsalımız olan Düzgün Bava Mekânı’na sığınmış bir Anıt’tan korkmamalıyız. Düzgün Bava’da sesleniyor bize, “Bu ayıbı, bu zulmü ortadan kaldırın” diyor. “Önce bana sığınmış, sonra da sökülüp saklanmış, benim kanımdan olan canımızın Anıtı’nı ve 33 canımızın isimlerinin asılı olduğu kaideyi, tekrar bana yakışır bir şekilde dikin ve bu Hasret’e bir son verin” diye çağrıda bulunuyor.
Yakılan ve Anıtı yıkılan Hasret Gültekin, bakın 1992 yılında ne demiş:

Hayat
Peki öyle olsun hayat..
Zannetme ki pes ettim.
Kilonu tartarım kilonu.
Satarım kilonu da
Bırakmam onuru

Haziran 1992

Sosyal medyada paylaşın
        
   
Continue Reading
You may also like...
Click to comment

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

two × three =

More in Dersim

To Top