Connect with us

Dersim News, Dersim Haber, Dersim

Dersim Acıların Girdabına Düştü

Dersim 38

Dersim Acıların Girdabına Düştü

Karar verilir. Seyit Rıza, oğlu Reşik Hüseyin ve yol arkadaşları; Usén’é Séyd’i, Hesen’é Cebrail’i, Fındıq’é Qemer’i, Ali’yé Mırz’i ve Hesen’é Séydi’ ye idam…

Şerafettin Halis

Dérsim direnişinden ve kırımından 75/76 yıl sonra… Kefenli kefensiz toprağa düşenlerin anısına saygıyla…
(…)
Ortak gökyüzünün altında
Dérsim kendi iklimini çimerken
Bin yıllık kinleriyle
Bin yıllık öfkeleriyle
Onlar geldi.
(…)
Put yüzlü adamlardı,
Sorgusuz, sualsiz öldürdüler.
Geride kalanları vagonlara doldurup,
Güneşin battığı yere gönderdiler.1
(…)Bin yıllık kinleriyle bin yıllık öfkeleriyle gelmişlerdi…
Dérsim’in suçu; Tanrıyla çöl diliyle değil, kendi dil(ler)iyle konuşmaktı. Bin yıllık kan, kin ve öfke bundandı…
Bu kan ve kin ve öfke binlerce yıl unutulmayacak bir trajedi doğuracaktı.
Toplumların / halkların tarihinde; ortak bellekte diğerlerine göre çok daha derin iz bırakan zaman dilimleri ve olaylar vardır. Olayın kendisi, yaşandığı zaman dilimi ya da olaya ilişkin öne çıkmış bir olgu, bazen milat olur… Bazen bir ya da birkaç kelimelik unutulmaz bir ‘söz’… Olumlu ya da olumsuz… Tüm sesler içinde o ‘söz’ algıda daha seçkin bir hal alır.
Bu ‘söz’ Dérsim’de ‘otuz sekiz’dir. Dile, beyne, ruha, yüreğe saplanmış paslı bir hançer gibi…
Algıda ‘Otuz sekiz’in rakamsal kimliği öne çıkmaz. Sıralı sayılar içinde bile… Hep farklı bir yerde durur. ‘Otuz sekiz’, nerede ve ne zaman duyulursa duyulsun, hep aynı tadı bırakır; Acı…1

***

“Bilirim ki mezarımla aramda iki karışlık mesafe vardır. Ne diyeyim?”
Dérsim 37 direniş öncüleri öldürülüp Seyit Rıza “yakalandıktan” sonra, katliamın kitlesel bir boyut alacağını, sonrasında sürgünlerin yaşanacağını kaç kişi tahmin etmişti? Seyit Rıza bile kendinden sonra her şeyin durulacağı inancıyla Erzıngan’ın yoluna düşmüştü.
Hesap tutmamıştı. Erzıngan’dan Elaziz’e yargılanmaya gönderildiği sıra, Seyit Rızanın “hukumato zurekero bé namus” 2 sözü, görüşmeye davet edilerek kandırıldığının ve egemenlere güvenilmezliğin bir pişmanlık hali olarak Dérsim insanının belleğinde yer yaptı.
Seyit Rıza ve yol arkadaşlarının yargılandığı mahkeme, hiç kuşkusuz bugüne kadar gelmiş en hukuksuz mahkemeler arasında yer alarak tarihe büyük harflerle düşülen bir dipnot oldu. Yargıcı, savcısı ve avukatı devlet olan, savunmaların hiç öneminin olmadığı bir tiyatral trajedi…
Yargılananların içinde ileri yaşlarından dolayı idamdan muaf tutulması gerekenler vardı ve birçoğu yargılayanların dilini bilmiyordu. İdam cezası verilen on bir kişiden dördü yaşlarından dolayı idamdan muaf tutulup müebbetle cezalandırılarak, adeta infazı zamana yayılan bir idamla cezaevinde ölüme terk edildiler. Yaşlılık durumu Seyit Rıza için uygulanmadı. Tersine yetmiş altı olan yaşı elli yediye düşürüldü. Seyit Rıza’nın oğlu Reşik Hüseyin’in nüfusta on yedi olan yaşı, yirmi bire yükseltildi. Dil bilmezliğin ve yaşlarının mahkeme için hiçbir önemi yoktu.
Bu mahkeme, “infazın hükmüne, delillerin bilahare toplanmasına” diyen istiklal mahkemelerinden daha özeldi. Delil toplamanın gereğine yer yoktu. Yaşamın her alanına dair tüm yetkilerin asker/vali A. Alpdoğan’da olduğu, özel Tunceli kanununa göre kurulmuş “Dérsim’i İnfaz” mahkemesiydi.
Hükümran emir buyurmuştu, gereken yapılacaktı.
Dar zamana sıkıştırılmış bir yargılama olacaktı. İvedilikle Ankara’dan yetkililer gönderildi. Kentin tek sineme salonu mahkeme/tiyatro salonuna çevrildi.
Ve “perde” denildi.
Oyunun izleyicileri arasında on dört yaşındaki bir çocuk da vardır.
Hozat / Çolkırag köyünden, Elaziz / Vartetil köyüne birkaç yıl önce göçmüş bir köylü, korktuğu ve de Türkçe bilmediği için mahkemeyi izlemeye gidemez, on dört yaşındaki oğlunu izleyici olamasa bile, haber getirmesi için Elaziz merkeze yollar. Mahkeme salonuna girmeyi başaran çocuğun eve döndüğünde, babasıyla arasında geçen Kırmançki konuşma, yoruma yer bırakmaz:
“mahkeme nasıldı oğlum”
“ben çoğu şeyi anlamadım. O yüksek yerde oturan memurlar konuşuyordu hep”
“ onlar hâkim. Seyit Rıza hiç konuşmadı mı?”
“konuştu”
“ne dedi?”
“hâkim kendisine bir şeyler sordu. Seyit Rıza ‘Bilirim ki mezarımla aramda iki karışlık mesafe vardır. Ne diyeyim?’ dedi.”
“hâkim ne dedi?”
“hâkim hini zırraaaaa…” 3
Karar verilir. Seyit Rıza, oğlu Reşik Hüseyin ve yol arkadaşları; Usén’é Séyd’i, Hesen’é Cebrail’i, Fındıq’é Qemer’i, Ali’yé Mırz’i ve Hesen’é Séydi’ ye idam…
Kasım şafağı karanlıktı
Baba ve oğlu birlikte asmak ilk değildir. İstiklal mahkemesi tarafından idam edilen Şeyh Sait ve arkadaşları arasında da baba oğul vardı. O gün de baba, “beni oğlumdan önce asın” demiş olmasına rağmen, babasının gözleri önünde önce oğlu asılmıştı. On iki yıl sonra tarih olduğu gibi kendini yeniliyordu; Seyit Rıza da, “beni oğlumdan önce asın” demişti. Önce oğlu astılar.
Kasım ayının soğuk puslu bir gecesinde darağaçları kuruldu. Bu darağaçları Dérsim için tarihi bir trajedinin sonu değil, başlangıcı olmuştu. Dérsim, yaşanacak bir kıyımın ve sürgünün acı izlerini taşıyarak yıllarca var olma direnişi gösterecekti. Ve her direniş kendi destanını yazarken, Dérsim günden güne tükenişin girdabına tutulacak, yeni bir silkelenişin bedelini göze alacaktı. Kasım şafağının karanlığı bir türlü güneşi doğurmayacaktı.

(…)

Kasım şafağı karanlıktı.
Dérsim yaralı,
Uyumamış uyanıktı.
Elaziz buğday meydanı
İstasyona bir koşuluk yol,
Trende ferman buyuran paşa,
Meydanda darağaçları,
Etrafında devriyeler kol, kol.
Ferman paşanındı,
Dağlar bizim değildi.
Dağların anahtarı artık bizde değildi.
Tutuşup yanan bir yüreğe
Ne Serez’in çiseleyen yağmuru,
Ne de Sivas’tan bir avuç ayaz vardı.

Kasım şafağı karanlıktı.
Dérsim yaralı,
Uyumamış uyanıktı.
Bir hikmet ki,
Yurtlarında kartallar, kargalara tutsaktı.
Kollarında zaptiyeler,
Alıp getirdiler.
Koca kartal etrafına şöyle bir baktı.
Bir darağaçlarına,
Bir dağlara…
Bir dağlara…
Zor seçti yaşlı gözleri,
Dağların silueti mahzun ve bulanıktı.
Yüzünde mağrur acı bir gülüş,
“Biliyorum bizi asacaksınız”
Medet dilemedi,
Dua istemedi.
Yalnız “Beni oğlumdan önce asın
Sizden tek ricam budur” dedi.

(…)

Önce oğlunu astılar gözlerinin önünde,
Gözlerinin önünde
Yüreği darağacındaydı,
Yaralı gül goncası.
Gözlerinden yüreğine
Ağu gibi,
İki damla yaş damladı.
İki damla kezzap…
İki damla kor…
Yürek yanar
Oğul… Oğul… Bu ne hal?

Sonra kendi yürüdü,
Aksakallarıyla
Meydan okurcasına fermana,
Meydan okurcasına Ker-bela’dan kalma cellâda.
Yürüdü… İçinde ateş yalımı,
Yürüdü, zulme inat.
Karanlığın yüreğine ayak sesleri düştü
Rap… Rap…
İşte o an ürperdi cellât.
Ölümle arasında bir nefeslik yol vardı.
Ve bir ses dolandı darağaçlarına
Ve divan kurdu tarihin hesap sayfasına.
“Evladı Kerbalayız…
Ayıptır…
Günahtır…
Cinayettir…”
Gözleri son bir kez darağaçlarını taradı
Gözleri son bir kez oğul Reşik’i aradı
Yürek yanar
Oğul… oğul ne çare.

(…)

Sonra,
Kendi tekmeledi
Ayaklarının altındaki sehpayı.
“Gün gelecek
Zulüm imparatorluğunuz da
Böyle devrilecek”
Dercesine tekmeledi.1

(…)

Otuz yedi yılının sonbaharında Asker, Dérsim’de hâlâ inşaat kokan kışlalarına çekilmiş bekliyordu. Dérsim o kışı bir korku ikliminde geçirdi. İlk defa baharın gelmesi istenmiyordu. Baharın/yazın gelmesi de engellenemiyordu. Bahar sanki her zamankinden daha erken geldi. Otuz sekiz baharıyla felaket kapılarının aralanacağı biliniyordu.
Öyle de oldu.
Vahşetin tetiği ve süngüsü, yaşlı/genç, kadın/erkek, bebek/çocuk, hasta/sağlam ayrımı gözetmedi.
Cellâda özür dilettiren, tarihin bir utanç sayfası açıldı.4

(…)

Put yüzlü adamlardı…
İsimsiz, künyesiz.
Bin yıllık kinleriyle
Bin yıllık öfkeleriyle
Güneşin battığı yerden gelmişlerdi.
Uzaklardan…
Bilerek, bilmeyerek,
Sorgusuz sualsiz öldürdüler.
Ölümü tadamayanlar,
Kanadı kırık kuşlar gibiydiler.
Onları,
Kara vagonlara doldurup
Güneşin battığı yere gönderdiler.
Uzaklara…

(…)

Yaprak dalından,
Dal gövdesinden kopmuştu…
İn cin susmuş,
Börtü böcek donmuştu…
Dérsim darbelenmiş,
Cellât yorulmuştu…
Ve bir devir son bulmuştu…1

(…)

Böylece bir devir son buldu. Ve Dérsim ölüme şükrettiren acıların girdabına düştü…

Notlar:
(1) Yayınlanacak olan “Kasım Şafağı Karanlıktı – Beni Oğlumdan Önce Asın” adlı bana ait kitaptan bir bölüm…
(2) “ yalancı, namussuz hükümet/devlet.”
(3) “ hâkim öyle bir bağırdı ki…”
(4) “…Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.” Muhsin Batur; Emekli General. (Katliamda özel görevli genç asker.) ‘Anılar – Görüşler – Üç Dönemin Perde Arkası’ kitabından.

soL

Sosyal medyada paylaşın
        
   
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

7 + eight =

More in Dersim 38

To Top