Dersim 38
Dersim 38’den İki Çocuk, İki Hadise…
Dersim 38 katliamında uçakların bombalarından ve arkadan gelen askerlerin kurşunlarından kurtulmaya çalışan aileler, en güvenilir buldukları mağaralara ve ormanın derinliklerine doğru kaçarak saklanırlar.
Ali Haydar KOÇ
MAĞARADAKİ ÇOCUK (1)
Dersim 38 katliamında uçakların bombalarından ve arkadan gelen askerlerin kurşunlarından kurtulmaya çalışan aileler, en güvenilir buldukları mağaralara ve ormanın derinliklerine doğru kaçarak saklanırlar.
Saklandıkları yerlerde günlerce aç susuz bekler, sonrasında dikkatle ortamı dinler; keklik ötüşü, kuş sesleri duyulup havadaki ağır yağ ve barut kokusu dağılınca, birkaç kişi dışarı çıkar ve daha geniş alanları kontrol ederek yiyecek ve su bulmaya çıkarlar.
Yine kanlı saldırıların yoğunlaştığı günlerin birinde, kalabalık birkaç aile girişi dar bir mağaraya sığınır, girişe de büyük bir kaya yuvarlarlar. Arkadan gelen askerler mağaranın önünde, üstünde gezinirler ancak mağaranın girişini göremezler.
Mağaranın içini müthiş bir korku ve heyecan sarmıştır. Nefesler tutulmuş, ayak sürtünse duyulacak kadar yakın mesafede cereyan eden kanlı takibin korkusu, mağaraya sıkışmış kalabalığın beyninde dalga dalga yayılır.
İçten içe dualar ve yakarışlar için açılan gözler, bir anda genç bir annenin kucağında hapşırmak üzere başını geriye kaldırarak, derin bir nefes alan çocuğun hareketine dehşetle kilitlenir.
Tam o an, anne kartal pençesi hızıyla yavrusunun ağzını burnunu sıkıca tutar…
Herkes olduğu yerde taş kesilmiştir. Bebek annesinin elinde çırpınırken; anne, yüzünde insanlık tarihinin tüm acılarını gösteren ıstırapla, bir çocuğuna, bir etrafındaki onlarca insana bakar…
Çocuk, kucakta bir yudum nefes için çırpınırken, kan çanağı gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi açılmıştır. Çocuğun çırpınışı, renginin morarması, annesinin elini tırmalaması, bedeninin kontrol edilemez derecede kasılması annenin elini yumuşatamamıştır. Birkaç dakika sonra, çocuğunun ağzını ve burnunu kavrayan annenin eli, yanına düşüverir. Çocukta hareket yoktur…
İnsani değerler mağarada kıstırılmış, İnsanlık mağarada katledilmiştir. Yürekler mağaradaki infaza dayanamamış; dehşet içinde izleyenlerin gözyaşlarıyla sessizce sel olup akmıştır. Saatler süren sessizlikten sonra, gece yarısına doğru, dışarıya; sükûnete ve kokuya bakılır, askerin gittiğine kanaat getirilir.
Tepkiler az biraz insanileşir ve kilitlenen yürekler, düğümlenen yutkular çözülerek mağarada derin şin-şivana dönüşür.
Anne dayanamaz… anne eline, koluna vurur… anne dizlerini, yüzünü… kimse tutamaz anneyi… kimsenin gücü yetmez anneyi durdurmaya… anne insanlığını; anne acımasızlığını; anne anneliğini; anne kaderini döver ha döver…
Sabaha doğru, şafağın ihbarcı aydınlığına yakalanmadan yer değiştirmeye karar verilir. Ölen çocuk için mağaranın içinde irice bir kaya yerinden sökülür. Kayanın toprak içinde oluşturduğu çukur biraz daha açılarak derinleştirilir ve çocuğun cesedi yerleştirilir. Eşilen toprakla üstü örtülerek, cesedin zarar görmemesi için sökülen kaya tekrar üzerine yuvarlanır…
ORMANDAKİ ÇOCUK (2)
Yine o kanlı takiplerin birinde, ormana kaçan köylüler, ormanın sığ derinliğinde, yaban otları arasında saklanırlar. Korku ve panik havası aileleri dağıtmış; kimi eşini, kimi kardeşini, kimi anne babasını kaybetmiştir. Herkesin içini kurtulma ve kayıplarını bulma ateşi sarmıştır.
Ancak, sessiz olma zamanıdır.
Yok olma zamanıdır.
“Yokluğu, sonsuzla birleştirme zamanıdır…”
Bıktırıcı sessizlik sonrası, ormanın içinde esrarengiz bir ses dalgası yayılır. Endişe, umut, korku veren sesin ne dediği yaklaştıkça daha iyi anlaşılıyordu.
-KES ESTO, EZ TEYNA MENDO, SIMA KOYTİYE?!
Evet, anlaşıyordu; KİMSE VAR MI, BEN YALNIZ KALDIM, NERDESİNİZ?! Diyordu. Ama ses yabancıydı. Sesin tanıdık olmaması, yakarışla yaptığı son çağrıyı dahi yanıtsız bıraktı.
Saklanan köylülerin içinde, yalnızlığın kötü bir şey olduğunu iyi bilen ancak kahpeliğin, satılmışlığın kendisini de ölçüsünü de bilemeyen ve asla da öğrenemeyecek olan dört-beş yaşlarındaki bir çocuk, kendine özgü ses tonuyla yardım isteyenin yalnızlığını paylaşmak üzere karşılık verir:
-BE, BE! MA NOU İTADI! (GEL, GEL! BİZ BURDAYIZ!)
Ağzı sertçe kapatılarak susturulan çocuk bir şey anlamadı… ama herkes çok şey anladı… orman çok şey, kuşlar, rüzgar çok şey anladı…
Yardım isteyen ZEĞER’di. Kendi kanından, kendi canındandı… ama iz sürücüydü, muhbirdi; ölümün habercisiydi yani…
O an sustu her şey. O an, tutuldu dünyanın dili…
O andan sonra, ayaklar altında kırılan ot ve dal çıtırtısı, dalgalanan ormanın uğultusu, çekilen silahların mekanizma sesleri, “yok olma!” da sonsuzluğa dönüşün habercisi olmuştu…
Önce, sesin duyulduğu yer gelişi güzel tarandı… sonra kaçanlar, kaçamayanlar, ağlayanlar, bağıranlar, yakaranlar… herkes, herkes ateş altında kaldı…
Çok uzun sürdü ateş, çok uzun… kimine göre bir nefes, kimine göre bir ömür, kimine göre, dünyanın sonuna kadar sürdü…
Parçalanan vücutlardan dağılan kan ve et parçaları, otlara, ağaçlara, yapraklara… yeryüzünden gökyüzüne… tanrının düşlerine kadar her yere, her yere… kırmızının tonlarını savurdu.
Defalarca, defalarca mermi boşaltıldı üzerlerine. Ruhlarını dahi öldürmeye çalıştılar ölülerin…
Zeğer, kendisini çağıran çocuğu merak dahi etmedi. Zaman, kaçanları yakalama; gören, duyan kim varsa yok edilerek temize çıkma zamanıydı.