Alevilik
Alevilikte Kadın: Uzun Süren Yazı Mücadeleye Dönüştürebilmek
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi 11-12 Aralık 2014’te “İnançta ve Toplumsal Yaşamda Alevilikte Kadın” konulu ve alanında bir ilk olan konferansa ev sahipliği yaptı
Fatmagül Berktay
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi 11-12 Aralık 2014’te “İnançta ve Toplumsal Yaşamda Alevilikte Kadın” konulu ve alanında bir ilk olan konferansa ev sahipliği yaptı. İzleyicisi geniş olmakla birlikte basında pek az yer alan bu etkinlikte, Alevilikte kadının konumunu sorunsallaştıran ve bazıları son derece özgün araştırmaları içeren çok sayıda bildiri sunuldu.
“İnançta ve Toplumsal Yaşamda Alevilikte Kadın” konferansında sunulan bildiriler, bir yandan Alevi kadınlarına ilişkin olumlu ve olumsuz basmakalıp yargıların geçersizliğini açığa vururken, diğer yandan kadınların özneleşme mücadelesinin grup içindeki ve dışındaki iktidara karşı önemli bir muhalefet odağı oluşturduğunu ortaya koydu.
Prof. Dr. Bedriye Poyraz, açılış konuşmasında, Dersim’de sadece katledilmekle bırakılmayıp öldürülmeden önce tecavüz edilen, tesadüfen sağ kaldıysa evlatlık verilen, seks kölesi haline getirilen kadınlar örneğinde olduğu gibi kadınların daima özel bir ezilmeye tabi tutulduklarına dikkat çekerek konferansın ağırlık noktasını da belirlemiş oldu. Sonraki bildirilerden özellikle teolojik tartışmalara girişen bazılarında “Alevilikte kadın-erkek ayrımının olmadığı” savunulsa da güncel sosyoekonomik araştırmalar bu yargının fazlasıyla basmakalıp olduğunu ve kadınların yaşadığı gerçeklikle uyuşmadığını çarpıcı biçimde ortaya koydu. Kadınlar, kültürün taşıyıcısı işlevleriyle uyumlu olarak ister dinsel ister dünyevi çerçevede olsun Alevilikte de topluluğun sınırlarını çizen simgeler olmaya devam ediyor ve dolayısıyla onların “namus”u hâlâ kendilerinin değil; topluluğun meselesi olarak görülüyor ve bağımsız bir öznellik imkânından yoksun bırakılıyorlar.
Ancak bu durumda elbette Alevileri ötekileştiren egemen iktidarların söyleminin ve pratiğinin büyük payı var; ötekileştirme ve nefret söylemi, Alevi kadın ve erkekleri başka konularda olduğu gibi, bu konuda da ister istemez “savunmacı bir kimlik” konumuna hapsediyor. Konferansın en önemli bildirilerinden birini sunan tarihçi Ayfer Karakaya-Stump, “Alevilerde kadın-erkek eşittir” söyleminin toplumsal/ kültürel bir grup olarak Alevileri yalıtılmış bir grup olarak, yani içinde yaşadıkları tarihsel ve toplumsal koşullardan kopuk biçimde ele almaktan kaynaklandığına dikkat çekerek Osmanlı döneminde Alevilerin ötekileştirilmesinin cinsellik etrafında gerçekleştiğine işaret etti.
Aslında cinselliğin ve toplumsal cinsiyetin daima (sadece bu bağlamda veya Doğu’da değil, Batı’da da) toplumları örgütleyen en önemli unsurlardan biri
olduğunu kaydeden Karakaya- Stump, İslam tarihinde “zındık” grupları tanımlayan en önemli kıstasın “kadınlı erkekli ritüel” yapmak olduğunu, Batınî grupların hep cezalandırıldığını ve cezalandırmanın da gene kadın-erkek birlikteliği odaklı olduğunu vurgularken, bugünü anlamak açısından da çarpıcı bir tespit yapmaktaydı.
Osmanlı’da kutuplaşma, Batınî/Sufî İslam ile Şerî İslam (içkin tanrı ile yasa koyucu tanrı) arasındaydı. Şerî İslam’ın üç eşitsizlik -Müslim/gayrimüslim, özgür/köle, kadın/erkek- üzerine kurulu olduğunu ve kadın ile erkek arasındaki cinselliğin cinsiyetlerin tecridi olmadan kontrol altında tutulamayacağını savunmasına karşılık Batınî gelenek cinselliğin kaçgöç olmadan kontrol altında tutulabileceğini öngörmekteydi ve gerilim de bu noktada yoğunlaşmaktaydı.
Sonraki birçok bildiriden, bu durumun devam etmekte olduğunu anlamak zor değildi! Konferansta, kadın-erkek eşitliği konusundaki kalıp yargılara hem dinsel hem de toplumsal alanda meydan okuyan bildiriler sunuldu.
Nimet Okan, “Canların Cinsiyeti” başlıklı ilginç bildirisinde Alevilikte soy ve statü hiyerarşisinin “baba soyu”ndan kurulduğuna ve kadınlar arasındaki hiyerarşinin de gene toplumsal cinsiyet tarafından belirlendiğine dikkat çekti. “Alevilikte kadın-erkek eşittir” söylemi, var olan cinsiyet eşitsizliğinin üzerini örtmekten başka bir işe yaramıyordu. Şehriban Şahin’in bildiri başlığının veciz biçimde ortaya koyduğu gibi, Alevi kadınlar “söylemde görünür, pratikte görünmez olma deneyimi”ni yaşamaktaydı.
Eşitsizliğin inanç düzlemindeki çeşitli tezahürlerini dinlemek önemli ve ilginç ama esas olan, her zamanki gibi, pratikte uygulanan miras ve mülkiyet kuralları. Herhangi bir toplumda kadının statüsünü anlamak açısından en önemli kıstaslar evlilik, boşanma, çocukların velayeti ve hepsinden önemlisi de miras ve mülkiyet (özellikle toprak mülkiyeti) kurallarıdır. Kız çocuklarına ve kadınlara mirastan pay vermeme kadim “âdet”i maalesef Alevi topluluğunda devam ediyor ve her zamanki gibi kültürel örf ve âdetlere dayanılarak haklı çıkarılmaya çalışılıyor: “Bizim âdetimiz böyle!” Eşitlik söylemini dillerden düşürmeyenlerin, hiçbir toplumsal grubun iktidar ilişkilerinin dışında olmadığını ve “kültürel gelenekler, örf ve âdetler”i belirleyenlerin de kadınlar değil, daima egemen erkekler olduğunu bilmeleri gerekiyor.
Alevilik içinde erkekler bu bilgiye pek sahip olmasalar bile, kadınların giderek daha fazla “bilme”ye başladıklarını, Alevilikte Kadın Konferansı net biçimde ortaya koydu.
Bu açıdan, özellikle bağımsız bilgi ve bilinç geliştiren kadın aktivistler ve araştırmacılar ile gelenek savunucusu “bilen” erkekler arasındaki gerilimi izlemek ilginçti. İnanç düzleminde kadın- erkek eşitliğinin savunulması, kadının özsel insanlığının tanınması açısından elbette çok önemli, ancak bugünü açıklamak ve var olan eşitsizliği değiştirmek açısından yeterli değil. Hele geçmiş bir “altın çağ”ın, inançta “anaerkillik” izlerinin peşini sürmek hiç değil. Sorun, bugün ataerkilliğin temeli ve çeşitli tezahürleriyle bağlantıyı kurup onlarla mücadele etmekte. Bunu yapmaya çalışırken elbette geçmişteki ve teolojik açıklamalardaki kimi eşitlikçi imgelere başvurabiliriz, bunlardan güç almaya çalışabiliriz. Ancak muhayyel bir altın çağ, bugünü değiştirmenin ve yarını tasavvur etmenin gerçekçi bir zemini olamaz. Bu zemin, konferansta yapıldığı gibi, süre giden cinsiyetçi hiyerarşinin varlığını, yani ataerkilliğin maddi pratiği ile inancın görece eşitlikçi söylemi arasındaki boşluğu olgusal olarak ortaya koymakla oluşturulabilir. Bu noktada konferansta, “Doğru Alevilik nedir” tartışmalarına girmenin Sünni hegemonik ideolojinin ehlileştirme çabalarının tuzağına düşülmesi tehlikesini barındırdığının, grup içi hiyerarşileri yeniden ürettiğinin ve dikkati esas özgürleşme olanağını barındıran politik mücadeleden uzaklaştırdığının vurgulanması çok önemliydi.
Konferansın bence en değerli yönlerinden biri de, bildirilerin çoğunun Alevilere ve Alevi kadınlara egemen iktidarların ve toplumun Sünni çoğunluğu tarafından yapılan haksızlıkları çarpıcı biçimde dillendirirken, kimlik politikasının tuzağına düşmekten ve kimliğin taşlaşmış sınırları içine hapsolmaktan kaçınmasıydı.
Örneğin Berna Ekal, “Alevi Olduğumuzu İstanbul’a Gelince Öğrendik” başlıklı bildirisinde, Nazlı Gümüş ise Şahkulu Sultan Dergâhı’ndaki kadınların Alevi kadın algısını araştırdığı çalışmasında bir yandan Alevi kadın kimliğinin Sünni önyargılara ve ayrımcılığa maruz kalınca “savunmacı bir kimlik” olarak şekillendiğini ortaya koyarken, aynı zamanda her türlü kimliğin farklılık kurduğuna ve farklılığı ötekiliğe dönüştürme potansiyeli taşıdığına işaret etmekteydi. Araştırmaların ortaya koyduğu bir başka nokta, ayrımcı önyargıların bireysellik değil, grup aidiyeti çıkışlı olması, buna karşılık Alevi kadınların da Alevilik söz konusu olduğunda yani kendi grup aidiyetlerine saldırıldığında “kadın” kimliklerinden taviz vermeleri. Bu olgu bir kere daha, kadınların grubun sınırlarını çizen simgeler olduğunu ve kendilerinin de bu algıyı içselleştirdiğini gösteriyor.
Nitekim Tahire Erman’ın Ankara’daki bir gecekondu mahallesinde yürüttüğü alan araştırması da, Alevi-Sünni çatışmasının esas olarak simgeler üzerinden gerçekleştiğini ve gene kadın- erkek birlikteliğine saldırılması (“Kadın-erkek toplanıp rakı içen Aleviler” suçlaması!!) noktasında yoğunlaştığını ortaya koyarak cinselliğin ve kadın bedeninin toplumsal denetiminin Sünni ataerkillik açısından taşıdığı simgesel/ pratik önemi bir kez daha kanıtlamaktaydı. Konferansta Aksu Bora’nın sunduğu “Çok Uzun Bir Yas Hikâyesi: Alevilik”, programın son oturumu olan “Dersim Alevi Tertelesinde Kadın Olma”nın ve yüzyıllar süren bir ötekileştirmenin anlamını hüzünlü bir biçimde yansıtıyordu.
Bu oturumda konuşan diğer araştırmacıların (Yusuf Aslan, Sema Buz, Özlem Şahin Güngör, Bedriye Poyraz) bildirileri, verili kimliklerden hareket eden ötekileştirmenin ve nefretin ulaştığı korkunç boyutları sergileyerek toplantı salonunda yoğun hüzünle karışık bir sessizlik yarattı.
Ne var ki, konferansın bütünü Alevi kadınların siyasal kimliği, Türkiye’de ve Avrupa’da Alevi örgütlerde kadınların durumu gibi kamusal konum araştırmalarından “bir politik figür olarak Âşık Şah Turna”ya selam yollayan, “Anadolu’da kadın şifacılar”ın izini sürüp günümüzle bağlantısını kuran, “kadınlık halleri”ne odaklanan son derece ilginç bildirilere dek uzanan geniş yelpazesinin sosyal bilimler alanına ve toplumsal belleğe katkısıyla ve kimliğe sıkışıp kalmayan perspektifiyle hüzne boğulup kalmanın anlamsızlığını da vurguladı.
Bianet.org