Dersim 38
Hilafet, Nakşiler ve Aleviler
Şerafettin HALİS
2 Temmuz Sivas Katliamı anmalarında HDP sözcüsü Osman Baydemir bıraktığı karanfiller için, “Bunlardan bir tanesi Şeyh Sait’in torunları adına (…) bir tanesi Seyit Rıza’nın torunları (…) bir diğeri de Hacı Bektaş’ın ve Pir Sultan’ın torunları adına bırakılan karanfildir.” demişti.
Alevilerin rahatsızlıklarını dillendirmeleri gecikmedi. Hünkâr Hacı Bektaş Veli Vakfı, “Pirincin İçindeki Beyaz Taşlar” başlıklı açıklamasında, “Madımak Katliamı anmaları sırasında karanfiller bırakılırken Hacı Bektaş Veli ve Pir Sultan Abdal’ın, Alevilerin kurmuş olduğu Kamber-i Ali sofrasına oturmayan Şeyh Sait ile aynı kefeye konulurken ‘alkışlanması’ incitici bir durumdur. ‘Alevilerin kestiği haramdır, yenilmez’ düşüncesi ile kurulan sofraya oturmayan birinin yolumuzun uluları ile aynı kefeye konulmasına gönlümüz razı olmaz.” İfadeleriyle cevap verdi. Bu cevap aslında alevi toplumunun ortak bir sesiydi. Bu incitici durumdan dolayı özeleştirel bir yaklaşım sergilemesi gerekirken, “Pirincin içindeki beyaz taşlar” hemen saldırmaya başladılar.
Oysaki bu beyaz taşlar -bu tanımlamayı hak etmemeleri için- hem içinden geldikleri Alevi toplumuna hem de yol arkadaşlığı yaptıkları Kürtlere karşı daha samimi olabilirlerdi.
Olmak istemediler.
Salih Müslim, Suriye’de “Esad’sız bir çözüm demek iki milyon Alevi’nin öldürülmesi demek anlamına geliyor” derken, Suriye’de rejime muhalif güçler Alevleri kesiyor, gözlerini oyuyorlardı.
Partinin en saygın Milletvekili Amerika’da, “Suriyeli Kürtlerin de diğer Suriyeli muhaliflere katılmasını.” öneriyordu.
Pirinç taşlarından “tık” yok.
IŞİD Suriye’de kalbini çıkarıp yediği Alevilerin görüntülerini yayınlarken, zorlama aksanıyla şöhret bulmuş bir milletvekili CNN Türk programında, “IŞİD toplumsal bir gerçekliğin ürünüdür. İlişkiye geçilmelidir.” mealinde açıklamalar yaparken beyaz taşlarda yine “tık” yok.
7 Haziran seçimlerinde Milletvekili seçilen Alevi kurumlarının adayı, 1 Kasım seçimlerinde arka sıraya itilip, yerine İslamcı bir aday getirilerek diskalifiye edilince beyaz taşlar ne yaptı? Yine “tısss.”
Yalnız bu kadar mı? Elbette değil.
Hilafeti geri getirecek 4+4+4 diye adlandırılan eğitim sisteminin meclisten geçirilmesine kolaylık gösterilirken, Sünni İslam adına başka inaçları eritme rolü üslenmiş Diyanetin kaldırılması gerektiği söylenip arkasından durulmazken, Hilafet sevdalılarının dahi cesaret edemediği kanun tekliflerinin verilip, milletvekilleri şeriat hukuku naraları atarken, Seçimlerde AKP’ yle İslami argümanlar üzerinden yarışılırken, Alevilerin kanlı katillerini kahramanlaştırıp sahip çıkarak, Alevilerin yaralarını sızlatırken “tık” dahi diyemeyen bu taşlar, Aleviler kendi hassasiyetlerini dile getirince her biri İskenderiye kütüphanesini yutmuş bilge kesiliyor.
H. B. Veli Vakfının açıklamasında, “(…) ‘Alevilerin kestiği haramdır, yenilmez’ düşüncesi ile kurulan sofraya oturmayan birinin yolumuzun uluları ile aynı kefeye konulmasına gönlümüz razı olmaz.” denilen tarihi gerçeklik, Şeyh Said’in Dersime gidip Seyid Rızanın evinde sofraya oturmamasına indirgeyen tekil örnekle değerlendirilemez. Bu alevi tarihinin inkarı demektir.
Şeyh Said kendisi Dersime gitmemiştir. Ancak Dérsim sözlü tarih çalışmalarında Şeyh Said’in adamlarının Seyd Rızaya konuk olup, sofraya oturmadıkları onlarca yaşlının söyleminde mevcuttur.
Diyelim ki bu yalan. Ancak yalan olan bu kurgu, yüz yıllarca İslam’dan çekmiş Dersimlinin travmatik halinin öyküsel dışavurumu olarak kabul görmelidir.
Kızılbaşlık tarihinde en büyük katliamlar, Osmanlının Nakşi tarikatıyla güç birliği oluşturmasıyla başlar. Sofraya oturmama da… Yavuz’la başlayan ilk buluşma dönemiyle, Nakşiliğe geçen ilk padişah Kanuni’nin dönemi, Kızılbaşlar için en kanlı dönemlerdir. Bu dönemlerde Kızılbaşların aşağılanıp katledilmesini savunan Fetvalara bakıldığında; Yavuz’un şeyhülislamı müftü Hamza’nın,
“(…) Kızılbaşlar-kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine razı ve yardımcı olurlarsa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. Bunları öldürüp, toplumlarını darmadağın etmek tüm Müslümanlara vacip ve farzdır.
(…) bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zira bunların kestikleri ve avladıkları ister doğan’la ister ok ile ve av köpeği ile olsun murdardır ve nikâhları gerekse kendilerinden ve gerekse başkasından alsınlar bâtıldır ve de bunlara kimseden miras yoktur.
(…) bunların ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahi ve çocuklarını İslam gazilerine taksim edile. Bunlar ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli (…)”
Yavuz’un veziri şeyhülislam İbni Kemal’in, “Erkeklerinin ve kadınlarının nikahı geçersizdir. Onların çocuklarının her biri zina çocuğudur. Onlardan birinin kestiği hayvan (ölü) mundar olur, (…)”
Kanuninin şeyhülislamı Ebu Suud’un, “(…) Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük, en kutsal savaştır… bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.
(…) bu yüzden bütün Kızılbaşların, büyüğü küçüğü ile, kentleri ve eserleriyle yok edilmeleri şarttır. Bunların kâfir olduğundan kuşku duyanlar da kâfir olur…
(…) bunların tövbeleri de kabul edilmez. Elbette boyunlarının kesilmesi gerekir.
(…) Kızılbaşların öldürülmeleri, diğer kâfirlerin yok edilmelerinden daha önemlidir.” dedikleri görülür.
Osmanlı bu nefret şerbetini Nakşi şeyhleri eliyle Sünni toplumlara içirdi. Aşağılama ve kıyım böylece doruğa vardı.
Yavuzun kırk bin Kızılbaşı kırdırttığı İdris’i Bitlis’i bir Nakşi şeyhidir. Kızılbaşları kuyulara doldurup öldürmekle namlı Kuyucu Murat Nakşi’dir. Kızılbaşların ölümü olan hilafet için her türlü bedeli göze alan Said’i Nursi’yle, Kızılbaş ve Ermeni kanı dökmekte yorgun düşen Hamidiye alayları kumandanı “Kürt kahramanı” Cıbranlı Halid’in Nakşi olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
II. Mahmud Nakşi şeyhlerden aldığı güçle yağmalattığı Hacı Bektaş’taki dergáhın başına Mehmed Said adlı Kayserili bir Nakşi Şeyhi’ni getirdi. Bu Nakşi şeyhinin yaptığı ilk iş dergáha cami yaptırmak oldu.
İnandığı ‘hilafet davas’ı için idama giderken bile, davasının arkasında durduğunu söyleyen Şeyh Said’e bu yönüyle saygı duyulsa da, sonuçta Şeyh Said bir Nakşi Şeyhidir.
Bunun Aleviler üzerindeki sosyo-psikolojik etkisinin anlaşılması gerekiyor.
Acı olan, bu yazdıklarımdan daha çoğunu bu beyaz taşların biliyor olmasıdır.
Kendi tarihlerine saygı duyanlar başkalarının tarihine de saygı duymak zorundadırlar. Yıllarca “Stockholm sendromu” analiziyle, Dersim Kızılbaşlarına hakaret edip, “analarını tecavüzcülerine hayranlık duyanlar” diyerek ahlaksızlık noktasına taşıyanları gördük. Alevilerdeki ve Dersimdeki asıl sendrom, “Hilafet sendromudur”. Bu sendromun mimarları Osmanlı ve Nakşi şeyhleridir. Aleviler ve Dérsim için asıl “Stockholm sendromu” 38’i görüp, yüz yıllara yayılan Kızılbaş katliamlarını görmemektir.
Fırsat avcılarına olanak sunmamak için pekiştirelim: Sorun Alevilerle Kürtler arasında değildir. Bazı “Derin analistler” in, Alevi hassasiyetini kastederek, “Alevilerle Kürtlerin güç birliği yapmasından bazı odaklar rahatsız oluyor.” demeleri hiç değil…
Sorun, Alevilerin yanlış temsiliyeti, yani temsiliyetsizliğidir.
Sorun mazlum bir halk görülürken, mazlum olan bir başka halkın tali plana itilip kaderinin bağımlı kılınmasıdır.
Akıl ve ruh sağlığı yerinde olan bir Alevinin, Kürtlerin toplumsal haklarına kavuşmasından rahatsızlık duyacağı söylenemez. Ancak HDP’nin yol arkadaşlarına sunduğu pirincin içindeki taşlar beyaz olursa diş kırmaya devam eder.
Son söz: “Yaşasın halkların eşitliği, inançların özgürlüğü” sloganlarıyla, eşitlik sağlanmaz. Samimi olmak gerekir.
Ve bir not: Sevgili Baydemir, sohbetlerde sizin akıllı olduğunuzu söylediklerinde, ben sizi tanıyan biri olarak, “Aynı zamanda ağır, titiz ve zekidir de..” derdim. Etrafınıza baksaydınız oradaki kitlenin kim olduğunu, ne istediğini görürdünüz. O zaman etrafınızı saran birkaç beyaz taşa aldanarak, “Bir tanesi Seyit Rıza’nın torunları adına (…) bir diğeri de Hacı Bektaş’ın ve Pir Sultan’ın torunları adına bırakılan karanfildir” deme hakkını kendinizde görmezdiniz. Şeyh Sait’in torunları adına karanfil bırakmaz, hilafet kurbanlarıyla, hilafet aktörlerini eşleştirerek Madmak’ın küllerini yeniden tutuşturmazdınız. Madımak yakanlar ortalığı, “Hilafet” sloganlarıyla inletiyordu. Bunu biliyorsunuz. Kürt şairi Cigerxwin anılarında, Şeyh Said’in bir tek defa dahi Kürt ve Kürdistan’dan söz etmediğini hilafet davası güttüğünü söylüyor. Bunu da bilmiyor olamazsınız. Hani derler ya, “Şeyh Said’in asıl amacı Kemalistlerce çarpıtıldı.” Hadi diyelim ki onlar çarpıttı. Yazılı tarihi olmayan toplumların tarihi ve tarihçileri ozanlarıdır. Çarpıtmayı bilmezler. Dérsimlinin o döneme bakışını anlatan Dersim’in büyük ümmi ozanı Sey Qazi’nin dizelerine hep birlikte kulak verelim:
“Vanê: Paytaxtê padisayi rıjiyo. / Dewr dewrê cumurat u Qaziyo. / Hefê Şıx Said u Zazawuno ke yeno / Morê dina İslamiyé dest şiyo. / Qeda Estamol ra dariyo we amo / Bertenge Dérsimi de rıjiyo.”
“Derler: Padişahın payı tahtı yıkılmış / Devir cumhuriyet ile Gazi’nin devridir. / Şehy Said ile Zazaların hayıflandıkları / İslam dini mührünün elden gitmesidir. / İstanbul’dan kalkıp gelen bela / Dérsim ’in eşiğine yığılmış.”
İstanbul’un hilafetin merkezi olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım.