Haberler
Özdemir İnce’den ‘Tarihi Dersim Yalanları’
Özdemir İnce adlı köşe bir yazarı, Hürriyet adlı bir gazetede, “Buyurun Kanıtlayın” adlı bir yazı daha yazmış. “Daha” diyorum, çünkü daha önce de Dersim konusunda bir yazı (belki de yazılar) yazmıştı.
Özdemir İnce adlı köşe bir yazarı, Hürriyet adlı bir gazetede, “Buyurun Kanıtlayın” adlı bir yazı daha yazmış. “Daha” diyorum, çünkü daha önce de Dersim konusunda bir yazı (belki de yazılar) yazmıştı.
Bu yazılardan birine, “Özdemir İnce Fiyaskosu” adlı (29 Eylül 2010) bir yazıyla cevap vermiştim. Özdemir İnce, kendisini Dersim konusuyla görevli hissediyor olacak ki, bu sefer aynı konuda yayımlanmış bir devlet kitabını vesile ederek konuyu yeniden ele almış.
Özdemir İnce, geçen sefer İP’in Teori dergisini şahit göstermişçi. Bu sefer de Serap Yeşiltuna adlı bir devlet raportörünü şahit göstermiş. Bu ülkede şıracı da bozacı da bol nasıl olsa!
Serap Yeşiltuna, Özdemir İnce’ye gönderdiği mektubunda şöyle buyurmuş:
“Ve bütünlüklü olarak bakıldığında ortaya çıkan tablo, bir yanda bölgeyi, bölge insanını feodal sömürünün baskısından kurtarmaya çalışan, bölgeyi kalkındırmaya, geliştirmeye çalışan bir devlet, diğer yanda da arkalarında dış destekle genç cumhuriyeti ortadan kaldırmaya çalışan beyler, seyitler ordusu, sadece Tunceli’yi değil, çevre illeri de eşkıyalıklarıyla, soygunlarıyla bezdiren asi bir güruh görüyoruz… Belgeler bir yana, Atatürk dönemi Türkiye’sini karalamaya kimsenin de hakkı olmadığına inanıyorum kalben…”
İki cümlede bu kadar yalanı bir araya getirmek, sadece tarihî yalanların tarihi yalanlamaya hizmet ettiğinin göstergesidir. Bir kere, ikinci cümle, yani “Atatürk dönemi” ile ilgili yargı, bir tarihçi soğukkanlılığından son derece uzaktır. Tarih çalışmaları, şunun ya da bunun “karalanmasına kimsenin hakkı olmadığına kalben inanmakla” yürütülemez. Daha doğrusu, Yeşiltepe’nin kalbi, neye inanıp neye inanmadığı, tarihteki gerçeklerin ortaya çıkmasını isteyen insanları hiç ama hiç ilgilendirmez. Bunlar değer yargılarına, inançlar alanına giren şeylerdir ki, bunları, son derece objektif olunması gereken tarih alanına soktuğunuz an, daha baştan güven kaybedersiniz. Gerçeği araştırmak isteyen bir tarihçi (aslında sayıları da epeyce azdır), kendini öznel değer yargılarından arındırmak zorundadır. Arındırmadığı zaman, ortaya sürdüğü kanıtlar ya da değerlendirmeler de güven verici olmaktan çıkar. Yani aslında bunun, Demirel’in bir zamanlar söylediği, “bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” sözünden bir farkı yoktur. Eğer yola, “Atatürk dönemini karalatmam” diye çıkarsanız, elinizde toz bezi ya da fırça, bütün kara lekeleri gizlemeye çalışırsınız, bu açık değil mi? Neyse, bunu belirttikten sonra Yeşiltepe’nin (ve iştiyakle yayımladığına göre ona katılan) Özdemir İnce’nin uzunca birinci cümlesine geçelim.
Burada iki yargı var. Önce üç unsurdan oluşan birincisinin üzerinde duralım:
Devlet, bölgeyi, bölge insanını feodal sömürünün baskısından kurtarmaya çalışıyormuş;
Ayrıca devlet, bölgeyi kalkındırmaya, geliştirmeye çalışıyormuş;
Yine devlet, bölgeye medeniyet götürmeye çalışıyormuş.
Üç cümlecik ve üç yalan.
Bölge insanını feodal sömürüden kurtarma, tam bir yalandır, çünkü Türkiye’de hiçbir zaman feodal sömürü olmadı; Osmanlı devrinden beri olan, merkezi devletin haraç sistemiydi; köylüleri çalıştırarak yerel toprakları işleyenler, merkezi devlet tarafından atanmış görevliler ya da merkezi devlete tabi kapıkullarıydı. Osmanlı merkezi devletinin çözülmesinden sonra, Güneydoğu Anadolu bölgesiyle sınırlı, feodalizme benzer bir derebeylik düzeninin ortaya çıktığı düşünülebilir ki, bu derebeylik düzeni de “genç” cumhuriyet devletinin desteğiyle yaşamıştır. Yani Osmanlı devleti zamanında köylüden sömürülen artı-ürünü merkeze aktarmakla görevli olan devletlüler, Osmanlı devletinin çözülmesini fırsat bilerek bu toprakları şahsi zimmetlerine (tapulu veya çoğunlukla tapusuz) geçirebilmişlerdir. Ve işin ilginç tarafı şudur ki, toprakların bu özelleştirilmesi “genç” cumhuriyet devletinin desteği ve teşvikiyle gerçekleşmiştir. Anlayacağınız, “genç” cumhuriyetin feodalizmle mücadele ettiği tam bir tevatürdür. Güneydoğudaki kısmi feodal denebilecek canlanma “genç” cumhuriyetin eseridir kısacası.
Dersim bölgesinde ise seyitlerin şahsında “feodalizm” arayanlar iyice zırvalamaktadırlar. Bu bölgede, Osmanlı zamanında da, “genç” cumhuriyet zamanında da feodalizm falan olmadığı gibi, Osmanlı’nın haraç sistemi de ancak kısıtlı ölçülerde geçerli olabilmiştir. Bu bölgenin hakim düzeni yüzyıllarca komünaldi ve seyitler ya da raybarlar da bu komünal toplulukların yerel liderleri konumundaydı. Zaten bu bölgenin Osmanlı ile uzun yıllara dayanan çekişmesi de buradan kaynaklanmıştır. Osmanlı, bölgeye hakim olup haraç sistemini buralarda da hakim kılmak istedi, seyitlerin ve raybarların doğal liderler konumunda olduğu bölge halkı ise Osmanlı devletinin buralara girmesine karşı direndi. Dersim bölgesi çok verimli topraklara sahip olmadığından ve dağlık coğrafyası da özerkliğe çok elverişli olduğundan Osmanlı devleti bu bölgeyi tam tasarrufu altına almakta o kadar ısrarcı davranmadı ve Dersim’i fiilen yarı-özerk bir bölge olarak kendi başına bıraktı.
Genç Cumhuriyet ise, yekpare bir ulus-devlet inşası iddiası içinde olduğundan, Osmanlı dönemindeki bu fiili yarı-özerkliği ortadan kaldırmak zorunda hissetti kendini. Yoksa amaç, olmayan bir feodalizmi ortadan kaldırmak falan değildi. Bu iddianın biraz olsun inandırıcı olması için, “genç” cumhuriyetin, feodalizme çok daha fazla benzeyen Güneydoğu’da feodalizmi kaldırmaya girişmesi gerekirdi. Tam tersine, Güneydoğu’da kısa dönemli bir feodal canlanma “genç” cumhuriyetle ve onun sayesinde gerçekleşmiştir.
Bölgeyi kalkındırma ve geliştirme iddiası da saçmadır. Bunun saçmalığını görebilmek için, Dersim katliamı sonrasına bakmak yeterlidir. Madem ki, bu harekâtı, bölgeyi kalkındırmak için yapmışlardır, devlet bu bölgeye rakipsiz olarak girdikten sonra bu kalkınmayı neden gerçekleştirmemiştir? Olan, tam tersidir. Dersim’in var olan kısıtlı zenginlikleri bile yağmalanmış ve bölge iyice yoksul hale getirilmiştir.
Devletin bölgeye medeniyet götürmesi ise, salt bir söylemdir. Bütün kolonyalistler, sömürü ve baskı boyunduruğunu yerel halkların boynuna bu bahaneyle geçirmişlerdir. Zaten onların medeniyet dedikleri de, jandarma, karakol, devlet baskısı, zorbalık ve yağmadan başka nedir ki!
Cümlenin ikinci kısmına gelince, bu cümlede de yine üç kısımdan oluşan kocaman yalanlar yer almaktadır.
Beylerin ve seyitlerin arkasında dış destek varmış;
Beyler ve seyitler “genç” cumhuriyeti ortadan kaldırmaya çalışıyorlarmış;
Beyler ve seyitler çevre illeri eşkıyalıklarıyla bezdiren bir “güruh”muş.
Bir yarım cümleye üç yalanı birden sığdırmayı başaran Serap Yeşiltuna tebriki hak ediyor gerçekten de…
Bir kere, sözü geçen beylerin ve seyitlerin arkasındaki dış destek, tam bir palavradır. Tam tersine, Dersim’in bütün dünyanın gözü önünde sessiz sedasız bir şekilde haklanmasının ardında, Dersim’in dünyadan hiçbir dış destek bulamamış olmasının payı büyüktür. Kapitalist batı o yıllarda, yaklaşan dünya savaşı dolayısıyla büyük bir telaş içindeydi ve Dersim’de olup bitene en ufak bir ilgi bile gösterebilecek durumda değildi. Yükselen Nazizme karşı Türkiye’yi batı ittifakı içinde tutmak için bin bir takla atan batılıların, tam da böyle bir dönemde, tecrit edilmiş bir bölgedeki seyit ve beylere destek verebileceğini aklınız alıyor mu sizin? Böyle bir “akılsızlığı” ne Naziler, ne batılılar, ne de Sovyetler Birliği yapabilirdi ve zaten hiçbiri de yapmadı. Naziler ve batılılar görmezden geldi; Sovyetler Birliği ise Komintern kararları aracılığıyla “genç” cumhuriyeti destekledi. O dönemde gerçek anlamda bir dış destekten söz edeceksek, bu, bizim Dersimli gariban bey ve seyitlerimiz değil, tabii ki “genç” cumhuriyetti. Zaten bu “genç” cumhuriyet daha başından batılı kapitalist ülkelerin onayıyla kurulmuş ve kurulduğu günden itibaren de batılılarla her türlü işbirliğine girişmişti.
Beylerin ve seyitlerin “genç” cumhuriyeti ortadan kaldırmaya çalışması yalanına ne demeli ya? Bunun, bir karıncanın fili ezmeye çalıştığını söylemekten ne farkı var, söyler misiniz? Bir tarafta hapishaneleri, karakolları, orduları, jandarmaları, polisleri, topu tüfeğiyle organize bir devlet, diğer tarafta kendi içinde bile birlik sağlayamamış, bölünmüş, ihanete uğramış, savunmasız, silahsız insanlar. Böylesi bir eşitsizlik karşısında insanın yüreği sızlar sadece. Ama yüreğini devlete ve o zamanki devletin başkanına kaptıranlar için böyle bir şey geçerli değildir elbette.
Çevre illeri eşkıyalıklarıyla bezdiren Dersimliler masalı ise bir başka tarihi yalan. Devletin, o eşkıyaların, teslim olmayanların kellelerini kendisine getirmesi için neler neler yaptığını belgeler de, sözlü tarih de, bölge halkının ağıtları da, romanlar da anlatıyor.
Biraz gözü kulağı yüreği olan bunları dinler, okur.
Benimki de az buz bir yanılgı değil doğrusu. Göz, kulak, yürek, sadece canlı varlıklarda olur. Ölümle var olan, ondan beslenen devletin cansız ve mekanik aparatlarında değil.
Gün Zileli