Haberler
Dersim ve Koçgiri
“Bu Topraklarda yaşamak,
Kaybolmak gibidir,
Evini anımsatır her yer,
Bu Topraklarda yaşamak,
Kaderleri Birbirine benzetilmektir…”
Türkiye’nin unutulan ücra bir yerinde Dünya’nın hiçbir yerinde görülmeyen bir Lale vardı, o bölgeye has ve sadece o topraklarda yeşeren. Savaşları, acıları, sevinçleri, göçleri ve birçok şeye tanık olan bir Lale. Ermeni bir kızın çığlına, Alevi bir gencin can çekişmesine, Kürt bir gerillanın yaşamına tanık olan bir Lale, kimisi ona taç yapraklarının yere doğru olmasından dolayı Ters Lale diyordu. Ama Tersliği sade bu yönde değil, Dünya’ya inat sadece orada yeşermesi, insanlara inat orayı terk etmemesi, sisteme karşı gelip, kışa göğüs gerip kendini oraya saklaması bile her şeye ters olduğunun göstergesi.
Çocuk olmanın hayallerde kaldığı, hüznün kıyafetlere büründüğü, yoksulluğa rağmen gönlü, sofrası geniş olan ve Kaf dağının bir ucundan Sivas’a yerleşen Koçgirililer, Ters Lalelerin yaşadığı yerlerden sürüldüler. Çünkü onlarda terslerdi ve köklerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Zalim Sultanların fermanları, savaşlar, saldırılar ve yağmalar onları koparmış köklerinden. Şarkılarıyla, Hikâyeleriyle, Deyişleri ve korkularıyla geldiler. Yanlarında sadece umutları ve sevdikleri vardı. Göçmek isimlerine, dillerine, kültürlerine yansımıştı. Kara giysileriyle yanlarında matemlerini de getirmişlerdi. Hepsi bir bütün olan parça parça kabilelerden oluşan büyük bir bilmece gibiydiler. Dilleri, renkleri, kültürleri, inanışları aynı olsa da bakışları, gözleri, hayata bakışları farklıydı. Yoksulluk hiç bitmeyen bir denizdi onlar için. Nereye gitseler zulüm görmüş, savaşmış, gücü yetmeyince köklerinden ayrılmak zorunda kalmışlardı. Önce Horasandan, sonra Deylem’den, Diyarbakır’dan, Malatya’dan, Dersim’den en son ise kendi toprakları Koçgiri’den, Maciran’dan ayrılmışlardı. Yoksulluk canlarına tak etmiş, aldıkları ürün evdeki boğazlara yetmeyince köklerini tekrar söküp kocaman şehirlere yerleşmişler. Ama bu sefer ki çok farklı olmuştu. Gittikleri yerlere tüm sevdiklerini götüremediler. Hepsi dört bir yana kalabalıkların arasına yerleşti, yıllar geçti, nesiller değişti, dilleri değişti ve yılda bir döndükleri köylerindeki yüzler değişti. Artık tanıdıklar teker teker yok olmuş, dönüşler cenazeden cenazeye ve yazdan yaza kalmıştı. Böyle olunca değerleri de değişti. Modernlik kıyafetine bürününce kadının konumu, çocuğun yaşı değişti. Gülüşleri, kişilikleri, ekmeğe bakışları değişti. Düğünleri, eğlence anlayışları değişti, mutlulukları, heyecanları değişti ve en önemlisi kıyafetleri değişti. Tek aynı kalan şey mezar anlayışlarıydı. O da son kuşaklara kalan tek miraslarıydı. Ağıtları, kendine hastı, yürekten gelen tınılar acılı sözlerle birleşir ve gözlere yaşanılan anlar serpiştirirdi. Feryatlar gurbetleri aşar, gözyaşları onları birleştirirdi. Farklı göz renklerine rağmen gözyaşları aynıydı. Artık benim diyebilecekleri çok az değer ve kısıtlı anıları vardı ellerinde. Var olmayı sınıf farkı olarak algılamış ve değerleri birkaç yazılı eserin birkaç tozlu sayfalarında kalmıştı. Oysa böyle olmamalıydı. Dedeleri, yolu, töresi böyle değildi. Tarihinde kültürlerini yaşamak için binlerce canı kefene sarmışlardı. Değerleri için, dilleri için, kültürleri, inanışları için köklerinden ayrılıp Kaf dağını aşan bu halk maalesef daha büyük bir yenilgiye düşmüştü. İnsan kaybetmek gibi değildi bu. Daha beter ve daha sinsi.
İlk Darbeyi Dersimde alan Koçgiri’nin onurlu insanları yanlarında birkaç davar ve kendi olan her şeyi ile Sivas’a geldiler. Yabancı olduğu bu dağlarda en az onların yabancılığı kadar yerli olan Ermenilerin(Fılle) köylerini mesken tuttular. Hayatlarında belki ilk defa bu kadar farklılıkla karşı karşıyaydılar. Ermenilerle tek ortak noktaları gözyaşlarıydı ve bu aynı zamanda ortak kaderleriydi. Ermenilerin mali durumu daha iyiydi. Çünkü yıllardır toprağı ve yünü işlemeyi iyi biliyorlardı. Esnaflık yapıyorlardı. Berberdiler, terziydiler, sarraftılar yani yerleşiktiler. Ama en az onlar kadar masum ve mağdurdular. Ne kadar ortak üzüntüleri olsa da ortak sevinçleri çok azdı. Kültürler çakıştıkça kaşlar ve bakışlar da çatışıyordu. Zaman geçtikçe bilinmeyen bir öfke sisi köylerin meydanlarında beliriyor ve her haneyi kaplıyordu. Ve birinden birine hatta ikisine de vuracağı açıkça ortada olan ilk fatura Ermenilere çıkarılmıştı. Hoş görülü kültür, boş görüşlerle dolmuş, halk içinde ihbarcılar belirmiş ve kara bir hayalet ortada dolaşmaya başlamıştı. Kısa süre sonra hayaletin ismi belli olmuştu, Ferman. Osmanlı Devleti denilen ama şarkta hiç görülmeyen yapı Halk adına bir ferman çıkarmıştı, adı Ermeni Fermanı(Fermane Fılle). Şarkta ilk defa farklılıklar göze çarpmıştı. Daha önce sadece gözler çatışırken şimdi vücutlar, fermanlar, halklar ve Hamidiye alayı ile çeteler çatışıyordu. Dünya böyle bir kıyımı ancak İkinci Dünya savaşında Faşist bir yönetimde görecekti. Ama Anadolu bunu ilk görmüyordu. Soykırımın, Katliamın adı değişiyor, rengi değişiyor ama kendisi hep aynı kalıyordu. Koçgirliler Fermanları iyi bilirdi. Yaralarını derinden hissederdi. Ama her koçgirili aynı değildi, hepsinin bakışı farklıydı. Kimisi Fılle’leri düşman gördü kimisi canına can katıp evini, ocağını açtı. Kimisi yol gösterdi gitmelerine, kimisi ihbar etti, kimisi birlikte düştü yola. Kimisi farkındaydı bu kumpasın kimisi unutmuştu tarihini. Bilanço çok ağırdı. Milyonlarca insanın ölmesi, katledilmesi ve sürülmesi. Diğer yandan komşularını kaybeden, ölümü birebir ensesinde hissedenler, akrabalarını kaybedenler, boş virane evler ve bir daha kervanlar bir yana insanların bile geçmeyeceği köyler kalmıştı. Kurtulanların kimisi kimliklerini o gün öldürdü kimisi ise öfkesini kimliğiyle birleştirdi. Öyle bir yara açıldı ki, değil yüz yıl, bin yıl geçse sönmeyecek bir öfkenin fitili yakılmıştı. Kimi yerde katliama ortak olan kimi yerde canını ortaya koyan Koçgirililer sırattalardı. Kimisi kalan malların sarhoşluğuna düşmüş aralarında paylaştırırken, kimisi gidenler için iki üç taş dikerek ağıt yakıyordu. Kimisi sevdalısının yasını kimisi kardeşliğinin anılarına sarılıp ağlıyordu. Oysa hiç birinin aklından sırada ki hedefin kendileri olacağı geçmiyordu. Katliamdan sonra Koçgirililer bir yandan da yaklaşan kışın ve ekinin derdiyle elinden geldiğince çalışıp katığını, ekmeğini ve kışlığını hazırlamaya çalışıyordu. Fermane Fılle’ den fazla zaman geçmeden Fermane Elevi(Alevi Fermanı), Fermane Kızılbaş yâda halkın tabiriyle Kürt vurgunu hazırlanmıştı. Osmanlı çukurun içine batmış, dört bir yandan, tanımadıkları insanlar Koçgiri sınırlarına dayanmıştı. Bir yandan Ruslarla bir yandan Osmanlının çürük kalmış tugaylarıyla baş ediyorlardı. Savaş kaçınılmaz kaderdi. Bu sefer kaçabilecek savaşsız bir toprakta yoktu. Kendisi, kültürü ve dilleri için savaşmalıydı. Var olabilmek için artık kaderini binlerce kilometrelik uzaklıklara bırakmamak için savaşmalıydı. Koçgiri aşiret reisleri artık ipleri ele almanın ve kaderlerinin artık kendilerince tayin edilmesi gerekliliğinin farkına varmış ve ellerini masaya vurarak Osmanlıya ve ardılı olan Cumhuriyete karşı bağımsızlığını ilan etmişti. Bir isyan değildi bu, var olanın savaşı, var olma mücadelesiydi. Çürük dalların budanması ve kendin olabilmenin bedelleriydi bu. Aylar süren mücadelede türlü oyunlar ve soykırıma varan politikalarla, Koçgiri artık haritadan silinmişti. Köyler yok olmuş kalan halk dağları mesken tutarak diğerlerince çete olmuş, aşağılanmış, tecavüze ve ahlaksızca işkencelere maruz kalmıştı. Sadece köyler değil onu çevreleyen tabiatta yok edilmişti.
Sanmayın Koçgiri dağları hep çıplaktı, sanmayın toprakları şimdiki gibi çoraktı. Tabiatı kutsayan bir inanışın topraklarını yok etmek, değersizleştirmek o halka verilmiş en büyük zarardı. Binlerce insanını kaybeden Koçgirililer tekrar yaşamak için külleri savurarak bir daha sisteme inat köylerini tekrar kurmuştu. Devlet sadece tabiatını değil hayvanlarını da elinden almıştı. Horasandan bu yana hayvancılıkla geçinen halk katliamın sonunda artık tek sarılacağı geliri toprağı olmuştu. Ağıtları belki bundan dolayıdır can yakar. İnanılmaz bir vahşetin şokunu halk daha atlatamazken bu sefer bir acıyla daha karşılaşacaktı. Bir bütünü olduğu Dersimde insanlık onuru ayaklar altına alınarak bir Soykırım yaşanacaktı. Gözyaşları ve evlatları bu sefer Dersimde olacaktı. Seyitleri asılırken Dünya onlara dar olacaktı. Artık boynu bükük ve isteksizce karar vermişlerdi. Bu kadar bedel verdiği, Devletin bile söküp çıkaramadığı topraklarından artık kendi istekleriyle beton zindanlara kapanacaklardı. Geçim sıkıntısı, inkâr politikaları ve toprağın bile onlara ekin vermemesi canlarına yetecek ve taşı toprağı altın olan kocaman ve kodaman şehirlere göçecektiler. İlk göçler 1950’lerde ikincisi 1960’da ve 1980-90 da iyice boşaltacaktı topraklarını. Ağaları, beyleri bile kilit vuracaktı kapılarına ve hatta daha fakir duruma düşecekti şehir sokaklarında. Tanımadıkları yerlere mesken olurken, köylerinde yaşamadıkları sıkıntılar bir gölge gibi peşlerinde olacaktı. Çünkü onlar farklıydılar, kıyafetleri, dilleri, renkleri ve inanışları oradaki kimseye benzemiyordu. Bunu fark edenler rahatsızdı. Görünürlükleri ne kadar arttıkça nefret dolu ve küçümseyici bakışlar daha da artıyordu. Gecekondularda, varoşlarda, şehrin en ücra noktalarında yaşamalarına ve karın tokluğuna çalışmalarına rağmen bazılarının gözüne bir çivi gibi batıyorlardı. Bunun böyle gitmeyeceği belliydi. Onlardan yerel halktan önce sistem rahatsızdı, Devlet rahatsızdı. İşçiydiler, emekçiydiler ve sokaktaydılar. Nerede bir sosyalist, komünist ve ilerici bir adım var ezilmişliğin getirişimi yoksa başka bir neden mi bilinmez Koçgiriler ve Aleviler oradaydı. Artık inançları ortak olan diğer halklarla aynı şekilde hareket ediyorlardı. Üst kimlikleri Aleviyi, Solcu ve Komünistti. Çok geçmeden Devlet hoşnutsuzluğunu hemen göstermeye başladı. Birebir Alevi avı yapmaktansa Sosyalistleri acımasızca hırpalıyor ve katlediyordu.1967-68 de Malatya’da çatışmalar ateşlendi. Kentleşmeyle birlikte Malatya merkeze taşınan Aleviler burada azınlığı oluşturduğu için Devlet ve diğer gerici zihniyet için iştah kabartıcıydı. Malatya zaten ezelden beri Devletin Alevileri toplama yerlerinden biriydi. Bu yüzden oradaki kıvılcım sadece Solcuları değil Solcular üzerinde Alevileri uyarmak için ateşlendi. Malatya olayları yankılanmaya başlamıştı. Olaylar 1968’de Hekimhan’a da sıçramış, Hekimhan’ın AP’li Belediye Başkanı Ali Akyüz ile AP İlçe Başkanı ve İl Genel Meclisi Üyesi Turan Garipağaoğlu’nun öncülük ettiği sağcı militanlar, 15 Aralık 1968’de Hekimhan Lisesi’nde görevli sol görüşlü öğretmenlere ve öğrencilere “vurun Alevilere, komünistlere” sloganı eşliğinde, cop ve şişelerle saldırmıştı. Bu saldırılarda çok sayıda öğrenci yaralandı ve lisede görevli 13 öğretmen, jandarmanın gözetiminde okuldan alınarak Malatya’ya götürülmüştü. Daha sonra bu öğretmenlerden solcu ve Alevi olanlar kar-kış demeden değişik yerlere sürgün edilmişti. Birçok öğrenci de okuldan uzaklaştırılmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise 1970’ler Devlet destekli ırkçı-şeriatçı örgütlerin mensuplarının, gözlerini kırpmadan karşıtlarını öldürdüğü yıllardı. Yine Malatya’ da Faşist saldırıları kınamak için yapılan mitingde Polis miting yapanlara saldırmıştı. Olaylar ardı ardına geliyordu ve olaysız geçmeyen yıl neredeyse yoktu. Malatya katliamı, 1978 Sivas olayları, Çorum katliamı, Maraş Katliamı derken Devlet ve faşist güçler Alevilere ve Solculara nefes aldırmıyordu. Yoksullukları ve yitirdikleri canları yetmiyormuş gibi İnançları da yasaklanıyor, Alevi olmak öldürülme nedeni oluyordu. İbadet mekânları darbe döneminde kapatılıyor, Zorunlu din dersinin yürürlülüğe girmesiyle adeta büyük bir gözdağı veriliyordu. Bu sefer faile meçhuller, cezaevlerinde ömürlük zindanlar ve darağaçları karşılıyordu onları. Pir Sultan’dan bu yana alışıktılar. Horasandan beri ise mücadeleciydiler. Ne inançlarından nede yaşadıkları yerlerden vaz geçtiler. Devletin yıldırma politikası işe yaramıyordu. İnadına daha fazla demokrat ve daha fazla aydın çıkarıyorlardı. Çocukları okuyor, kadınları ve gençleri harıl harıl çalışıyor ve kazanıyorlardı. Yıllarca onları yok etmesine karşın Cumhuriyetin sigortası gözüyle bakılıyorlardı. Bu böyle gidemezdi onlarda bir yerden bir patlağın yaşanacağını hissediyorlardı ve yaşandı da. Modernlik söylemini yükselişe geçtiği, milenyum çağına yaklaşıldı ve Avrupa birliğine girmenin masaya yatırılmaya başlandığı yıllarda Türkiye insanlık tarihinin en kara günlerinden birine şahit olacaktı. Böylesi bir vahşetin kökleri 31 Marta kadar uzansa da ilk defa kameralar tanıklığında İnsanlar 1993’de Madımakta diri diri yakıldılar. Sadece Alevi değildi onlar Türkiye’nin Modern yüzü, aydınlarıydı. Aleviler tepkililerdi, tuttukları görüşten kimse olaya el atamadı. Güçsüzlüklerinden mi yoksa sistemin içinde olduklarından mı bilinmez seçtikleri vekilleri bile olayın yatışmasından sonra oraya gelmişti. Bu bir uyarıdan çok tehdit ve kinin patlamasıydı. 1915 in, 1921 tekerrürüydü. İnsan sayısı az olsa da saldırganları ve zihniyeti aynıydı. Siyah Koçgiri’ye daha fazla yapışmış ve bu sefer tüm ocakların içine girmişti. Aleviler yasa bürünmüş ve boğazlarına dayanmış bir bıçakla geziyorlardı. Bir yandan örgütlenmeye ve kendilerini korumaya diğer yandan da tedirginlik içerisinde çalışmaya çabalıyorlardı. Korumacı tavırları onları gettolaşmaya itiyordu. Zaten sistemde onları varoş alanlara itiyor ve daha rahat gettolaşmasını sağlıyordu. Aradan çok geçmeden kara oyunlar ve sığ zihniyetler kendini siyasette gösteriyor ve bu alanlara yansımaya başlıyordu. İnsanlar ve özellikle azınlığı oluşturan gruplar diken üstündeydiler. Bıçak boğazı delmeye başlamış ve akan kan kendini Gazi’de göstermişti. Mart ayı şehre karanlık bir sis gibi çökmüştü. Alevilerin Kahvehaneleri taranmış ve bir Alevi Dedesi öldürülmüştü. Özellikle Koçgirililerin yoğun olarak yaşadı Gazi’de Devlet Alevilere resmen savaş açmıştı. Sokağa çıkma yasağı getirilmiş mahalleye binlerce polis ve 5 bini aşkın jandarma sokulmuştu. Saldırılar yurdun diğer bölgelerinde protesto edilmiş ve başka yerlerde de olaylar yaşanmıştı. Gazi ve Mustafa Kemal ‘de 22 can toprağa düşmüştü. Bu bilanço Devlete de kötü patlamış, Devlet geri adım atmak zorunda kalmış ve Alevilerin tüm isteklerini kabul etmişti. Savaştan sonra Ağıtlar yine bu insanların vücuduna işlemişti. Gülmek yine rafa kaldırılmıştı. Günümüze geldiğinde ise artık Ağıtların neden Koçgirinin unutulmayan bir yönü, parçası olduğu anlaşılmaktadır. Var olmanın, kendini kabullendirmenin bin yıllık öyküsüdür Koçgiri. Sistemin içinde hiçbir zaman olmadı ve eğer hala kültürünü devam ettiriyorsa olmayacaktır. Topraklarına tekrar evler inşa eden bu insanlar belki tekrar toprağına dönecektir ama gerçek şudur ki unutmaya başladıkları tarihleri ve gelenekleri onları zaman içerisinde birbirlerine yabancı edecektir. Gözyaşları dursa da Ağıtları bitmeyecektir.
Zafer Rıfat Irmak