Connect with us

Dersim News, Dersim Haber, Dersim

İngiltere Alevi Federasyonu’ndan Diyanet raporu

Haberler

İngiltere Alevi Federasyonu’ndan Diyanet raporu

Laik rejimlerde olmaması gereken, devasa bütçe ile yönetilen, son zamanlarda skandal fetvaları ile gündeme gelen ve kendi kuruluş amaçlarını bile fazlası ile aşmış olan Diyanet İşleri Başkanlığının gerçeği. 

Dersimnews.comİngilitere Alevi Federasyonu tarafından hazırlanan 10 sayfalık raporda  skandal fetvalara imza atan Diyanet‘in devlet üzerinde nasıl otoriterleştiğine dair çarpıcı ifadeler yer alıyor.

İşte o raporun tam metni:

Laik rejimlerde olmaması gereken, devasa bütçe ile yönetilen, son zamanlarda skandal fetvaları ile gündeme gelen ve kendi kuruluş amaçlarını bile fazlası ile aşmış olan Diyanet İşleri Başkanlığının gerçeği.

“GENEL İDARE İÇERİSİNDE YER ALAN” BİR KURUM OLARAK: DİYANET’İN T.C. DEVLETİ’NİN ÜZERİNDE KENDİSİNİ BİR OTORİTE VE REFERANS MERCİİ OLARAK DAYATMASI

“Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasa’nın 136. Maddesine dayanan 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Yasa’la kurulmuştur. Bir din kurumu olmayan, Anayasa’nın 136. Maddesinde açıkça belirtildiği üzere genel idare içerisinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esaslarını ile işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek olarak belirlendiği gibi, bu hizmeti göreceği yerler ve hizmeti yürütecekler ayrıca gösterilmiştir. Bu çerçevede, Anayasa’nın 174. Maddesinde Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacını güden ve bu nedenle Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülemeyecek nitelikteki devrim yasaları arasında sayılan 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerde Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Yasa’yla cami ve mescit niteliğindeki yerler ayrık olmak üzere, tekke ve zaviyeler ile buralarda kullanılan dini unvanların ortadan kaldırıldığı gözetilerek, 633 sayılı Yasa ile cami ve mescitlerin  Diyanet İşleri Başkanlığı’nın izni ile ibadete açılması ve yönetilmesi esası benimsenmiş, bölgelerindeki din hizmetlerini, dini müesseseleri yönetmek ve din görevlilerinin hizmetlerini düzenleyip, kontrol etmek görevi il ve ilçe müftülüklerine verilmiştir. Ayrıca 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 36. Maddesinde, özel yasalarına göre çeşitli derecelerde din eğitimi görmüş olan ve dini görev yapan devlet memurlarını, bu bağlamda gerek 633 sayılı Yasa’nın, gerek 657 sayılı Yasa’nın kimi kurallarında geçen müezzin, imam-hatip, vaiz ve müftüleri de içeren din hizmetleri sınıfı oluşturulmuştur. Bu haliyle, teokratik bir yönetim anlayışının tavsiyesine ve laiklik ilkesinin benimsenmesine ilişkin tarihsel süreç içinde kendine özgü yeri ve işlevi ve Anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam Dini’nin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri müezzin, imam-hatip, vaiz,  müftü, unvanlı kadrolarda görev yapan din hizmetleri sınıfından devlet memurları eliyle ve cami ve mescit olarak adlandırılan ibadet yerlerini yönetmek suretiyle yerine getireceği ortadadır1.”

Diyanet’in “bir din kurumu olmadığını” savunan Danıştay 10. Daire Savcısı’nın görüşünün aksine Diyanet, Danıştay, Yargıtay, İdare Mahkmeleri’ne, TBMM’ye vb. devletin bütün kurumlarına “görüş bildirme” adı altında, kendisini din alanında otorite ve referans mercii olarak dayatması devlet ve toplum üzerinde hakimiyetini kurması anlamına gelmiyor mu? İlgili görüşte anlaşılacağı üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı, Anayasa, kanun ve yasaların hükmü ile kendini bu şekilde temyize çıkarmaya çalışmakta ama gerçek yüzü böyle midir? Örneğin, DİB 2009 tarihli, Dini Danışmanlık Hizmetleri ve Fetva Konsepti İstişare Toplantısı’nın2 “Değerlendirme ve Öneriler” oturumunda Prof. Dr. Mehmet Erdoğan “Bu mezhep konusuna sürekli vurgu yapıyoruz. Mezhep bizim hem hukukumuz hem de diyanetimizdi. Asırlar boyu böyle devam etti. Hem hukukumuzdu, hem diyanetimizdi. Ve hukukta istikrar amacıyla hukuki güvenlik öne çıkarılmış ve bu müeyyideye bağlamışız. Yani bizim mevzuatımız olmuş. 1926 yılı sonrasından itibaren, artık mezhep bizim hukukumuz değil, hukukumuz olmaktan çıkarılmış, bizim artık sadece diyanetimiz var. Hukukumuz anlamında bir mezhebimiz yok. Bunu görmemiz lazım. Dolayısıyla üreteceğimiz fetvaları bu gerçeklik üzerine kurmamız lazım. (…) Yani bu süreç 1926 tarihinden bu yana, sizin geçer akçeleriniz geçersiz kılmış ama siz hala onun farkında değildiniz ( s. 379).

Aynı İstişare Toplantısı’nda bulunan ve durumu fark eden Prof. Dr. Hamdi Döndüren anlı bir “arkadaş”  şunları ifade etmektedir: “ Zaten din görevlilerimizin belki emeğinin karşılığını almada da Hanefi Mezhebinin 11. Yüzyılda verdiği fetvanın böyle bir maslahata dayandığını biliyoruz. Dini hizmetlerin, cami hizmetlerinin, Kuran-ı Kerim’e olan hizmetlerin aksamakta olduğunu görünce Hanefi Mezhebi, Şafiilerin işin başında verdiği fetvayı o dönemde vermiş dolayısıyla bir sonuca ulaşmış. Bilhassa bu tarzda arka planda zikredilmek suretiyle fetvalar güçlendirilirse sanıyorum topluma olan hizmette daha güzel adımlar atılabilir (s.408).

Diyanet İşleri Başkanlığı, Nisan 2005 tarihli, Ankara 7. İdare Mahkemesi Başkanlığı’na sunmuş olduğu savunmada “Günümüze kadar kendisine kanun ile verilen görevini, mezhep, meşrep, tarikat, Alevi Sünni vb. hiçbir ayrım yapmadan, Müslümanlık üst kimliğinde herkesi içine alacak şekilde sürdürmüştür” diyebilmektedir. Mahkemelere sunmuş olduğu savunma örnekleri ile “fetva konsepti istişare toplantılarında” konuşulanlar birbirinin tersi nitelikte olması Diyanet’in gerçek yüzünü tam olarak yansıtmayabilir. Bu nedenle Günümüz Meselelerine Fetvalar adlı iki ciltli kitaptan, Diyanet’in Resmi Web sayfasından yer alan “Dini Kavramlar Sözlüğü’ ve raporlardan, daha önceki dönemlerde Diyanet İşleri Başkanlığını yapan kişilerden örnek alıntılar yaparak konuyu somutlaştırmaya çalışalım. 

GÜNÜMÜZ MESELELERİNE FETVALAR, HALİL GÖNENÇ3, CİLT:1-2, 2002

Mesele Fetva
 

 

 

Cilt: 1, S.43, Soru 19-Şia kimlerdir?

“Hz. Ali tarafını tutup, hilafetin onun zürriyetinin hakkı olduğuna, kıyamete kadar bu hakkın onlardan çıkmayacağına inanlardır. İnanç yönünden Ehli sünnetve’l-Cemaat’tanayrı olduğu gibi amel yönünden de ayrıdır. Bu fırka Hz. Ali’ye  karşı aşırı sevgi duyduklarından dolayı, onun hasımlarını küfür ve delalet ile imtihan  edecek kadar ileri gidiyorlar. Şia’nın bir kısmı Kur’an-ı Kerim’in açık hükümlerine ters düştükleri için Müslüman sayılmaz.”
Cilt: 1, S. 211-12, Soru 253-Bazen mezar taşı üzerine vefat eden kimsenin adı, soyadı, doğum ve ölüm tarihi, bazen de dünyanın fani ve geçici olduğuna dair ibret verici sözler yazılıyor. Dinen bunun hükmü nedir? “Mahiyeti ne olursa olsun mezar taşı üzerine yazı yazmak caiz değildir. (…) Hanefi ulemasının bazıları ölünün tanınması için mezar taşı üzerine isim ve soy isminin yazılmasına müsaade etmiştir.”
Cilt: 1, S. 213, Soru 256-Mezar taşı üzerine yazı yazmak caiz midir? “Mezar taşına yazı yazmak mekruhtur.”
 

 

 

Cilt:1, S.294-295, Soru 418-Ehli Kitabın kestiği hayvanların eti mubah mıdır?

“Bir Müslümanın kestiği hayvanın eti helal olduğu gibi; bir kitabi (Hıristiyan veya Yahudi)ninde kestiği hayvanın eti helaldir. Bu husus kitap, sünnet veicma-i ümmet ile sabittir. (…) Aslenhıristiyanolup sonra komünistleşerek semavi dinleri inkar eden Bulgaristan gibi ülkelerde vaki olan hayvan kesiminin helal olduğunu söylemek mümkün değildir. (…) Netice olarak Ehli kitabın kestikleri hayvanın eti helaldir; fakat yine de, durum böyle olmakla beraber, “Müslüman olan kimse, besmele ile ve Müslüman bir el ile kesilen hayvanın etini yemeli ve şüpheli yiyeceklerden kaçınmalıdır.”
Cilt:1, S.345, Soru 474-Bir kuruyemişçinin birahane ve meyhanelere mezelik kuruyemiş satması caiz midir?

 

“Kuruyemişçinin sattığı şey mubah olduğundan yapılan satışta bir sakınca yoktur. Onu bir kafire defasıkada satabilir. Ancak verilen para birahanenin veya meyhanenin gelirinden  ödeniyorsa cebe haram para girmiş oluyor. Dolayısıyla böyle birisi aile efradını haram ile beslemiş oluyor. Ancak verdikleri para diğer helal kazançlardan ise bu satışta hiçbir beis yoktur.”
 

 

Cilt:1, S.345, Soru 480-Şarap fabrikasında çalışmak caiz midir?

“Şarap fabrikasında çalışmak caiz değildir. Çünkü bu müessese, İslam’ın kabul etmediği ve kendisiyle amansız bir şekilde mücadele ettiği içkiyi imal eden müessesedir. Burada çalışmak Allah’a karşı gelmek anlamını ifade ettiği gibi, insanların ruh, akıl, ve bedeniniifsadetmek için çalışmak anlamını da ifade eder.”
 

 

 

 

Cilt:2, S. 119, Soru 715-Sünni bir hanım alevi bir kimse ile evlenebilir mi?

“Müslüman bir hanım ancak Müslüman bir kimse ile evlenebileceğinden önce Müslümanı tanıtmamız lazımdır. Müslüman, İslam dininin bütün kesin hükümlerini kabul edip hiç birisini reddetmeyen kimsedir.  Yani namaz, oruç, zekat, hac, abdest, gusül ve benzeri emirleriyle,katl, zina, içki, faiz ve benzerineyihlerikabul edip onlara inanan kimsedir. Ama zikredilen şeylerin tümünü veya bir kısmını kabul etmeyen Müslüman sayılmadığı gibi onunla evlenmekte caiz değildir. (…) Maalesef bugün yurt içinde veya yurt dışında birçok Müslüman hanım, durumu sormadan ve İslam’ın hükmünü öğrenmeden Müslüman olmayan kimse ile evlenir ve kendini kıyamete kadar Allah’ın lanetine müstahak eder.”
Cilt:2, S. 119, Soru 716- Müslüman bir kimse, Müslüman olmayan bir kadınla evlenebilir mi? (…) “Ehlikitabolmayan –Mecusi, putperest, mason ve komünist gibi- bir kadın ile hiçbir surette evlenmek caiz değildir.”
 

Cilt:2, S. 119, Soru 717-Bir Müslüman,hıristiyanbir kadınla gayr-i Müslimlerin şahadeti ile evlenirse caiz olur mu?

“Müslümanlar birbiriyle evlenmek isterlerse şahitlerin Müslüman olması şarttır. Hıristiyan,mürted, komünist, mason ve İslam’ı kabul etmeyen kimselerin şahadetiyle yapılan nikah akdi sahih değildir. Fakat bir Müslüman mesela Avrupa ve Amerika gibi bir yerde bulunur,hıristiyanbir kadınlahıristiyaniki şahidin şahadetiyle nikahı kıyılırsa İmam Azam ve Ebu Yusuf’a göre sahihtir. İmamı Şafii, İmam Muhammed veZüfer’egöre sahih değildir.”
 

Cilt:2, S. 166, Soru 791-Başı açık olarak gezmek caiz midir?

“Kadının evinde oturup mahrem olmayan kimse bulunmazsa başını açmasında beis yoktur. Çünkü kadının avreti yabancı olmayan kimselerin huzurunda diz ile göbek arasıdır. Evde yabancı varsa veya evde değil dışarıda ise başı avret olduğu için onu açması caiz değil, haramdır.”
Cilt:2, S. 168, Soru 794-Bir kimse baldızıyla veya kardeşinin hanımıyla yolculuk yapar veya yalnız kalabilir mi? “Mahremi olmayan bir kadınla baldızı veya kardeşinin hanımı veya kayın biraderin hanımıyla yalnız kalmaları veya yolculuk yapmaları caiz değildir.”  (…)
 

Cilt:2, S. 169, Soru 796-Bir kadının tek başına Hicaz’a veya mesela Ankara’dan İstanbul’a gibi uzak bir yere gitmesi caiz midir?

Bir kadının tek başına Hicaz’a veya mesela Ankara’dan İstanbul’a gibi uzak bir yere gitmesi caiz olmadığı gibi, kocası veya mahremi olmayan birkaç kadınla birlikte olsa da gitmesi caiz değildir. Şafii mezhebine göre emniyette olursa ilk hac ile mecburi iş için bir kadının kocası ve mahremi olmadan iki veya daha fazla kadın ile birlikte gitmesinde beis yoktur.”
Cilt:2, S. 278, Soru 930- Kadınların saç kestirmeleri, kaşlarını çekmeleri, döğme yaptırmaları, dişlerini törpülemeleri ve peruk takmalarının hükmü nedir? “Kadının döğme yaptırması, dişlerini törpülemesi ve insan saçından yapılmış peruk takması, kaşlarını çekmesi caiz değildir.”
 

Cilt:2, S. 285, Soru 941-Bazı kimseler birbirine rast geldikleri zaman selam yerine “günaydın” veya “merhaba” diyorlar. Dinen hükmü nedir?

“Cahiliye döneminde yaşayan kimseler birbirine rast geldikleri zaman çeşitli sözlerle birbirine iltifat ederek sevgi ve saygılarını gösterirlerdi. Cahiliyetin inanç, ibadet ve hukuk sahasına değişiklik getiren İslam dini, sosyal alanda da değişiklikler getirdi. Ve birbirine rast gelenlere, iltifat etmek için kullandıkları kelime ve cümleleri yasaklayarak “es-selamüaleyküm” demeyi emretti. (…) Başparmak ve el işaretiyle selam vermeleri caiz olmadığı gibi “günaydın” gibi sözler de caiz değildir.”

 

Yukarıda yer alan soru ve fetvalara göre toplumsal yaşam ve gümdelik hayat beşikten mezara, fabrikadan kuruyemişçiye, dişten tırnağa, evin içinden otobüs yolculuğuna, dinden mezhebe, farklı inanç gruplarından ateistlere vb. her alana yönelik ayrıştırıcı, dışlayıcı, ötekileştiri bir dil kullanlmıştır.

DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ4

İlgili sözlüğün yalnızca beş “kavramı” alınıp incelendiğinde “tanımlama”, “konumlandırma”, “din dışı ilan etme”, “sorunlu dil”, “rol biçme”, “ayrıştırıcı dil”, “hakarete” varacak derecede “ifadeler” rahatlıkla görülebilir. Örneğin; Aleviler, Alevilik, Cem’in ne olup, ne olmadığı ilkelce ve açık tanımlanmıştır. Mesela, “Gayr-i Müslim” adı altında Hıristiyan, Musevi vb. inanç topluluklarını “Dini Terimler Sözlüğü”nün “Müslüman olmayan anlamına gelen gayrimüslim, din ıstılahında kâfir, müşrik ve münafık kimseyi ifade eder” şeklinde tanımlamak açık bir şekilde “hedef gösterme”, “işaret etme”, “dışlama”, “ötekileştirme”, hatta “hakaret” anlamına gelmiyor mu?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ayrımcı ve ötekileştirici politikası web sayfasındaki “Dini Terimler Sözlüğü” ile sınırlı değil. Örneğin, Diyanet’in gerek “2010 Faaliyet Raporu”5 ve gerekse “2012-2016 Strateji Raporları”nın “Tehditler” bölümünde şu ifadeye yer verilmektedir: “İslami gelenek içinde yer alan kimi görüş ve yorumların subjektif anlayışlar doğrultusunda açıklanmasına yönelik cabalar. İslâm dışı inanç, düşünce ve yönelimlerinin Müslüman zihninin

bütünlüğüne yönelik müdahale çabaları” (Stratejik Plan, 2012-2016, s. 50)6.  Bu ifadelerin açık anlamı, Alevi Bektaşi toplumunun doğrudan bir tehdit unsuru olarak görülmesidir. “İslam dışı inanç” hakkındaki değerlendirmesi ise “Gayr-i Müslimler”in “Dini Terimler Sözlüğü”ndeki tanımından hiçbir farkı yoktur.

Aşağıda yer alan beş kavram Diyanet’in web sayfasında yer alan “Dini Kavramlar Sözlüğü’nden: 

 

 

  • ALEVİ(LİK): “Hz. Ali’ye bağlılık noktasında birleşen çeşitli dini ve siyasi gruplar için kullanılan bir terimdir. Sözlükte “Hz. Ali’ye mensup” onun soyundan gelen, onu seven, sayan ve bağlılığını ifade eden kimse demektir. (…) Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a mensup tarikatlar olduğu gibi Hz. Ali’ye ulaşan tarikatlara da Alevi denir. (…)  İslam tarihinde Alevilik anlayışı; inanç, ibadet ve ahlak bakımından Kur’an ve Sünnetin ışığında gelişmiştir. Halk şairi Virani, Aleviliği; “Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in nübüvvetine ve Ali’nin imametine ikrar vermek” olarak tanımlamaktadır. Buna göre tarihi süreç içinde çeşitli yollarla Aleviliğin bünyesine girmiş bazı kültürel değerleri Aleviliğin inanç esasları olarak algılamak doğru değildir. Bunları daha çok kültürel zenginlik, birikim ve farklılık olarak değerlendirmek gerekir. (…) Anadolu Aleviliğinin gelişmesinde; 13. Yüz yıldan itibaren Orta Asya’dan ve Horasandan göç eden bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri olmuştur. (…) Bu durumda Alevi ve Müslümanlar arasında ayırım yapmak din, tarih, akıl ve bilim açısından mümkün değildir.”  
  • BİD’AT: “Örneksiz bir şey yapmak, yepyeni bir iş ortaya koymak, umumî kanaata aykırı davranışta bulunmak ve daha evvel benzeri olmayan bir şeyi icat etmek gibi anlamlara gelir. (…) Istılah bakımından bid’at; dinin aslından olmayan ve şer’î delillere istinad etmeden sünnete aykırı olarak icad edilen şeylerdir. (…) Yaygın olan kanaata göre; bid’atların asıl doğuş sebebi, toplumlardaki kültür değişmeleridir. Bid’atların doğuşuna ve yaygınlaşmasına sebep olan hususlar şunlardır: 1- Bid’atın, bilinçli olarak üretilmesi, 2- cehalet, 3- kültür etkileşimi, 4- İslâm öncesinden kalan gelenek ve görenekler, 5- eski dinlerden kalan alışkanlıklar, 6- çok sevap kazanmak veya dinî vecibeleri fazlasıyla ifa etmek düşüncesi.”
  • CEM’: Sözlükte “toplamak, bir araya getirmek, birleştirmek” anlamına gelen cem tasavvufta “sâlikin her şeyi Allah’tan bilerek yaratıkları yok, yaratıcıyı var görmesi” anlamında kullanılır. Cem’in karşıtı “fark”tır. Cem, dağınık bir durumda bulunan dikkat ve ilgiyi tek noktada toplamak anlamına da gelir. Buna göre dikkat ve ilgisini Allah’ta yoğunlaştıran sûfi, zikrederken yalnız “Allah” der, başka bir şey söylemez ve görmez. Dikkat ve ilgisini Hakk’ın dışındaki varlıklara yönelten kişi ise yaratıklardan başka bir şey görmez.”
  • GAYR-İ MÜSLİM: “Müslüman olmayan anlamına gelen gayrimüslim, din ıstılahında kâfir, müşrik ve münafık kimseyi ifade eder.”

 

  • RÂFIZÎ: “Sözlükte “reddetmek, kabul etmemek, kumandanını terkeden bir ordu veya askeri birlik” anlamına gelen rafızî, mezhepler tarihinde, yaygın şekliyle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetlerini kabul etmeyip reddedenler için kullanılan bir kavramdır. (…) Böylece bu kelime, Zeydiyye tarafından, Zeyd’i terk edenler; ehl-i sünnet tarafından ise ilk iki halifeyi reddedenler anlamında kullanılmıştır.”

1978-1986 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Tayyar Altıkulaç, Zorlukları Aşarken adlı III ciltlik kitabının II. Cildinde:

“Burada 1980’li yıllarda Tunceli Valisi olan Em. General Kenan Güven’i hayırla anmam gerekir. Güven Paşa hem Alevilerin geleneksel kültürüne saygı göstermiş, hem onların dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda olağanüstü bir gayret içinde olmuştu.

Bu dönemde Tunceli ve ilçelerinde vatandaşlardan gelen istekler dikkate alınarak Türkiye Diyanet Vakfı’nın desteğiyle camiler yapılmış, yine velilerinin isteği üzerine çocuklarının dini eğitimi için programlar uygulamıştı. Tunceli merkez ve ilçelerindeki fiziki şartların yetersizliği yüzünden yüzlerce Tunceli’li çocuk, başka il ve ilçelerdeki Kur’an kurslarında okutulmuştu. Bu konuda Kenan Güven Paşa’nın şahsi ilgi ve teşvikinin büyük payı olduğunda şüphe yoktur. (…)

Saf Anadolu Alevi’nin din hizmetleri konusundaki ihtiyacına ve beklentisine rağmen ona camiyi unutturmaya çalışarak bölücülük yapanlar, Alevi vatandaşlarımızın önderleri durumunda olan bir avuç azınlıktır. Kendi bahtsız dünyalarını onlara dayatan bu insanların yaptıkları şeyin –kasıtları bu olmasa da- ülke birliğini bozmaktan ve ateizme hizmet etmekten başka bir anlamı yoktur.”7

            Tayyar Altulaç’ın sözleri Diyanet’in Alevi topluma yönelik asimilasyon politikları yürüttüğüne ve aynı zaman tehditkar ve buyurgan bir dilin kantı olmuyor mu? 

Dönemin, Diyanet İşleri Başkanı olan Ahmet Hamdi Akseki’nin önsöz olarak Muhammed Hammadi’nin Diyanet tarafından 1948 yılında yayınlanan “Bâtınîlerin ve Karmatılerin İçyüzü” adlı kitabının 11-13. sayfalarında:

“…Hülâsa: İbni Sebe’ ile başlıyan ve islâmlar arasında her  devirde kanlı hadiseler çıkarmış olan bu zındıkların mezheplerinin her memlekete göre bir adı vardır: En meşhur adı “Bâtıniye”dir. Çünkü bunlar dinden soyulmak için her dışın bir içi, her tenzilin (Allahtan inen kitabın) bir tevili vardır, diyorlar ve böylece semavî kitapları istedikleri gibi bozuyorlardı. Bunu yazarken de “Kur’anın bâtınî manasını bilmek yalnız bize mahsus olur; çünkü biz bu manaları doğrudan doğruya peygamberden ve ceddimizden aldık, alıyoruz” derler. Bugün de bunun bakiyeleri vardır. Bunlar en sahih hadisleri de kabul etmezler. Irakda bunların adı Karamita ve Müzdekiyyedir. Çünkü bunlar da tıpkı Sasanîler devrinde Müzdekin ortaya attığı mal ve kadında herkesin ortak olduğunu, bunlarda temellük ve tasarruf olamıyacağını da söylüyorlardı. Horasanda bunlara Talimiye ve Melâhide denildiği gibi, Kırmıtın kardeşi olan Meymûne nisbetle Meymuniyye de denir. Mısırda meşhur “Ubeyd”e nisbetle Ubeydiyun; Şam’da Nusayriye, Dürzü, Tayamine adını alır. Filistinde Behaiye; Hintte Behere ve İsmailiye, Yemen’de Yamiyye, Kürdüstan’da Aleviyye, Türkler arasında Bektaşi ve Kızılbaş, Acemistan’da Babiye diye anılırlar. Bunlar önceleri kendilerine İsmailiye diyorlardı; fakat hakikat şudur ki: bunların islâma intisapları ne ise imamı Caferin oğlu İsmaile intisapları da o nisbettedir. Bunların diğer fırkalardan imtiyazları imamlarına Allahın hulûl ettiği fazihasını da iddia etmeleridir. Bunlar sözlerini felsefe ve tasavvuf ile de yaldızlarlar, herkesin mizacına göre söz söylemek isterler. Davetlerinin 9 derecesi vardır, 9uncusu Mükâşefedir. Artık bu mertebeyi bulmuş olan bir bâtınî’ye her şey mübahtır; haram küfür yoktur. Abdest, gusül, namaz, oruç gibi teklifler bunlar için değildi. (…) Bu eser muhtelif adlarla şurada burada türeyen ve her birisi kendini peygamber yerine koyarak şeytanî doğuşlarıyle halkımızın temiz akidesini bozmaya çalışanların maksat ve mahiyetlerini de pek güzel teşhir etmektedir. Bu bakımdan da bunun tercüme ve yayınında büyük faydalar vardır. Kötü emeller peşinde koşan bu şeytan ruhlu kimselerin tuzağına düşmekten milletimizi korumak en önemli bir vazifedir. Bu yoldaki ilmî yayınlarımıza imkân nisbetinde hız vereceğiz. Tevfik Allahtandır…” (s.11-13).8

            Bu ifadelerden de  açk ve net bir şekilde anlaşılacağı üzere mezhepçi bir tutum sergileme, ayrımcılık, ötekileştirme, dışlama kendisi gibi olmayan toplumsal kesimleri “şeytanlaştırma ve hedef gösterme çalışmaları bizzat Diyanet tarafndan yapılmaktadır.  

             Bu sözler, fetvalar, ötekileştirici dil, asimilasyon polikaları, raporlar, sözlükler, sözcükler ve kullanılan kavramlarn tarafımız ile herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Raporda ele aldığımız örnekler Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi web sayfasında basit bir şekilde göz gezdirme çalışması, yayınlamış olduğu raporlar ve kitaplar üzerinde kısa bir araştırma ve okumalardan ibaret. Yani meseleye esasa girilmeden de şekil yönünce bakıldığında dahi Diyanet İşleri Bakanlığı kanunlar, yasalar ve yönetmeliklerin ötesinde kendisi bir otorite olarak T.C. Devleti’nin kurumları üzerinde bir güç olarak görmektedir. Örneğin Diyanet’in Danıştay, Yargıtay, İdare Mahkmeleri’ne, TBMM’ye vb. devletin bütün kurumlarına “görüş bildirme” adı altında, kendisini din alanında otorite ve referans mercii olarak dayatması devlet ve toplum üzerinde hakimiyetini kurması anlamına gelmiyor mu?

 

Britanya Alevi Federasyonu

Sosyal medyada paylaşın
        
   
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

fourteen − 13 =

More in Haberler

To Top