Siyaset
Hüseyin Aygün Yazdı: Mebus
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda biri daha var: Lütfi Fikri bey. İlk olarak işkenceyi dile getirmiş, çocukların yerde oturarak değil, masa ve sandalyelerde eğitim görmesini istemiş, kadın haklarını yine ilk savunan olmuştur.
Efendim size önce nereden geldiğimi söyleyeyim: Doğduğum bölgenin insanları 21. yüzyılın başında bile çoğunlukla fakirlerden oluşuyor. En zengini ve en fakiri aynı lokantada yemek yiyebiliyor, gece birlikte kafayı çekebiliyor. Bin yıllık, “yazısızlık”, yüzlerce yıllık kabulsüzlükten sonra bile başka bir dil konuşabiliyor, hâlâ yasaklı, tarih hanelerinde yine “ortak” ve büyük bir kırım var, daha hesabı görülmemiş, “ağası” da, “Kırmancı” da “ol felaketten” başını kurtaramamış.
Kırılmalarının bir sebebi olan taptıkları dağlarından, dört ağaç bir damdan ibaret “komlarından”, kapı önündeki keçilerinden ayrılarak aşağı inip kasabaya benzeyen “şehre” yerleşmelerinin üzerinden yarım asır henüz geçti. Bazılarının şimdi bile şehirdeki evinin önünde ineği bağlı duruyor. Önce Türkçe öğrendiler, sonra okulu, sonra da üniversite bitirmeyi. Okuyup dönen ilk kuşak “devlet çocuğu” idi, “parasız yatılı” evrelerinden geçti, “Türk şiirinin en büyük adı” denen Cemal Süreya da, “tek kişilik muhalefet” payesini kazanan Kamer Genç de işte bu kuşaktandır.
Durun, biraz daha gerilere gideyim: Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda biri daha var: Lütfi Fikri bey. İlk olarak işkenceyi dile getirmiş, çocukların yerde oturarak değil, masa ve sandalyelerde eğitim görmesini istemiş, kadın haklarını yine ilk savunan olmuştur. Sanırım kadına “oy hakkı”nı ilk seslendiren de. Kızıl Sultan’ın hafiyelerinin insanları gece-gündüz takip etmelerine karşı bazı oturumlarda cesaretli konuşmalar yapmışlığı bile var. Bizde parlamento şu 21. yüzyılda bile taş çatlasa yüz yaşında, İngiltere veya Avrupa değil ki mübarek, iki yüz, üç yüz yıllık yaşı olsun. Lütfi Fikri bu “yeni” fikirleri parlamentoda habire anlatıp, her gün karıştırınca “ortalığı”, Padişah zaten “parlar”a tahammüllü değil, parlamentoya gönlü hiç yok, “Gâvur’un zoru”yla zor açmış zaten, ahali desen o zaten “oğul boğduran” Sultanlara “Padişahım çok yaşa” çekmeye alışmış, neyse sonunda katlanamamış bu Lütfi Fikri’ye, kürek ve hapis cezası vermiş, yakınları “git teslim ol” dese de, o sürgüne gitmiş, Afrika’ya galiba, kalmış oralarda, af çıkınca dönmüş, yine meclise girmiş. Bu adamın kökeni de Ap Qamer ile aynı yere uzanır, Düzgün’ün de “mekân tuttuğu” Nazımiye’nin yapayalnız dağlarına. Ama bu “modern” fikirler elbette başka bir yerden de beslenir; serde “Sorbonne’lu olmak” vardır. Meclise gelmeden evvel İstanbul Barosu başkanlığı da yapar. İşte bu Lütfi Fikri, “Parlamento Tarihimizde” adı “tek kişilik muhalefet”e çıkan ve hakkında tez yazılmış bir “büyük adam”dır. Ama o “varlıklı” bir aileden, babası Qıl köyünden, ta 19. yüzyılda İstanbul’a gelmiş, bir peynir tüccarı!
Benim şehrimde ve Anadolu’nun belki her yerinde mebusluk nedense hep “ideal” bir şeydir. Meclise gitmek, takım elbise giymek, “dokunulmazlık”, kürsü “nutukları”, “iyi bir maaş”, geleceğin “garantisi”, sözün “para etmesi” vb. “az şey” mi? Anadolu’nun yoksul şehirlerinde dünyaya gelen erkek çocuklarının belki hepsinin babaları, onlar henüz paçuda iken “parlak bir gelecek” için gıyaplarında “paşalık”, “mebusluk” gibi “meslekleri” oğullarına layık görürler. Gerçi “zengini” de mebusluk “merakından” vazgeçmedi hiçbir vakit, belki Türkiye meclislerinin hep “fikir fukarası” olmasında bunun payı da var, neyse. Paşalığın benim oralarda hem kötü “hatıraları” akla getirmesi, hem de bu “kapının” benim mensubu olduğum “ahaliye” hep kilitli olması yüzünden babaların pek de “ideali” olmadığını söyleyebilirim. Paşalık, Hamid fikriyle ve aşiret eliyle doğuyu “tebdil”, Ermenileri ise “tenkil” için dağıtıldığında “alay alay”, ta ol zamanlarda bile “bizimkilere” kapalıymış. Ama Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve “parasız yatılı” dönemlerinde tek tük “bahtsız” paşalar görülmedi değil.
Cumhuriyet ile meclislere gelenler ağırlıkla varlıklı kesimden, “varlık” dediysem öyle çuval çuval altın, gıcır gıcır para dolu torbalar, “hazrolda” ırgatlar, terli marabalar, geniş topraklar, yılda üç ürün alınan tarlalar filan yok tabi. Dağda yaşayanın ne varlığı olacak. Üç-beş ağaç, iki dönüm toprak, beş-on keçi, dağın başındaki Hızır, çeşmede duasıyla içtiği pak suyu yeter. Burada kendine ve çhel-çuklarına yetecek bir geliri, sözü “para eden” ailelerden bahsediyorum. Hem o zamanlar “para” bile yok, Xarpet’e götürülüp pazarda satılan ürünler, karşılığında alınan başka “ürünler” var sadece. İşte meclise giden bu grup içinde Diyap Ağalar, Feridun Fikri Düşünseller, asker kökenli başkaları falan var. Bunların elinde “ağa kamçısı” filan yok, ama başlarında şapka var çoktan. Bu gelenler de ta o zaman toplumdaki etkileri, eş-dost ve aşiret üstündeki nüfuzlarına bakılarak Ankara’dan seçilmiş. Rus gelip Erzincan’a oturduğunda benim doğduğum dağların işte bu “devlete yaklaştırılmayan” aşiretleri kendiliğinden “devletin ayağına” gitmiş, anlaşmış, sonra silahlanmış, savaşmış, kovmuştur Çar’ın ordularını Erzınga’dan, Erzırom’dan. Zarf içinde çil çil altın ödülleri olmuş, Osmanlı’dan. Bizimkileri işte böyle hiç durmadan överken, 1917’de imdatlarına yetişen Bolşeviklerin ve Lenin’in hakkını da yemeyeyim. Tüm dışlanmaya ve yok sayılmaya rağmen ve hâlâ inanılmaz bir “ortak vatan” algıları var yani, sene 1916, üstelik her halk o zaman bir “moda” gibi yolunu ayırır ve “bağımsızlık” düşü görürken. 1937’den sonra başlarına gelenleri ise burada konumuz değil diye ve münasebetsizlik yapmamak için anlatmayacağım.
Doğduğum yer, 19. yüzyılın sonunda Lütfi Fikri gibi bir aydınlanma meşalesi yakarken mecliste 20. yüzyılın ilk yarısı çelişkilerle geçmiş. Yüzyıllarca kırım, idam, ateş kuyularına atılma, ta Fizan’a, Trablusgarp’a sürgün, takibat altında kalmaların filan hedefi olan bizim fakir ahali, birden muazzam bir aydınlanma olan Cumhuriyet, saltanat ve hilafetin tarihe havalesi, kadın-erkek eşitliği, meslek seçme, çalışma, kadına oy hakkı, Köy Enstitüleri, Laik Okul gibi uygulamalara hem şaşmış, hem sevinmiş. Öte yandan ülkede yaşayan azınlıkları harap eden yıllar birbirini izlemiş. Fakirler de bu hercümerc içinde bir o yana, bir bu yana savrulup durmuş, ne yapacağını bilememiş. Bir gülmüş, bir ağlamış, bir gün mutlu, ertesi gün kederli. Parlamentoya giden temsilcileri de bu çelişkileri birebir yaşamış. Yunan ilerlerken Ankara’ya, Mustafa Kemal “Beni saklayacak dağlarınız var mı” diye sorunca mebus Diyap Ağa’ya, “Sen merak etme ben gider aşiretleri toplar getiririm, giremez Ankara’ya” cevabını almış. Sonra faşizm bir salgın gibi yayılırken her yerde, bizim mebuslardan biri nedense ve hiç gereği yokken “Bize de bir Mussolini rejimi lazım” deyivermiş.
Bu grupta biri var ki onu nasıl anlatmak lazım bilmem. Askerliğini mi, mebusluğunu mu, İstiklal Mahkemesi’nde haksızca yargılanmasını mı, af dilemesi halinde affedileceğini bildiği halde, “suçum yok ki, neden af isteyeyim” tavrını mı, yoksa nazlı boynuna ip geçirilerek asılmasını mı. Cumhuriyet ve Laiklik yanlısı olduğu halde “Şeyh Sait İsyanı yanlısı” diye idam edilen Hasan Hayri Bey’den bahsediyorum. Çok az sayıdaki Aşiret Mektebi mezunundan biri olan Hasan Hayri bey henüz Erzincan Ordu Komutanlığı’nda binbaşı iken Miralay Cibranlı Halit Bey liderliğinde doğuda yapılan ve halka büyük zarar veren “ıslahatları” eleştirdiği için gözaltına alınır. Osmanlı Son Mebusan Meclisi’nde mebus olur. “Milli Mücadeleyi” savunan Hasan Hayri’yi meclise çağıran kişi bizzat Mustafa Kemal’dir. Kısa zamanda Birinci Meclis’in en önemli simalarındandır; İkinci Grup ile hareket eder. İstiklal Mahkemelerinin bazı yargılamalarına karşı çıkar; Türk ve Kürtlerin kurtuluşunun birbirine bağlı olduğunu savunur. Hal böyleyken Kasım 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi’nde idam edilmiş. Devir çelişkiler devridir, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçiş zordur, engebelidir, aydınlanma ve demokrasi hayali inatçıdır, yarım yüzyıla yakın bir zaman önce Lütfi Fikri bey sürgünle kurtulur, Hasan Hayri ise “başını” verir. (Devam edeceğiz)
BirGün