Haberler
Ana Fatma Çiçeği… Taylan Tanay Yazdı…
Kandıra F Tipi Hapishanesi’nde tutuklu bulunan Av. Taylan Tanay’ın, 4 Mayıs Dersim Soykırımını Anma günü nedeniyle yazdığı öyküyü mektupla gönderdi. İşte o öykü…
Aramyan’ın diktiği ancak yemişlerini hiç yiyemediği ceviz ağaçlarının arasında yürüyorlardı. Ceviz ağaçları, tek sıra dizilmiş bir taziye kalabalığını andırıyordu. Zulme tanıklık etmekten ağırlaşan koca gövdelerini yapraklarıyla örtüp, yeni bir utanca tanıklık etmekten kaçınıyorlardı.
8’i çocuk 38 kişiydiler. 38 kadın. Kuşkusuz Xalvori’nin (Halvori) nüfusu ne bu kadardı, ne de sadece kadın ve çocuklar yaşıyordu bu köyde. Çelik gövdeli dev kuşlar semalarında belirdiğinden beri 10 yaşından büyük tüm erkekler hangi dağda, ölü mü sağ mı bilen yoktu. Kafileye iki yanında yürüyen gözlerini süngüye sürmüş askerler eşlik ediyordu. Nereye gidiyorlardı? Bilen yoktu.zaten söylenseydi, anlayacak olan da yoktu. Sadece otlar bozuyordu sessizliği. Dokunsanız tutuşacaklardı. Öyle sıcaktan falan da değil, kederden. Otlar, yürüyenlerin ayaklarına sarılıp tutuyorlardı. Tıpkı, kendilerinden ayrılan çocuklarının ayaklarına kapanıp bırakmak istemeyen analar gibiydiler.
Munzur’a doğru yürüyorlardı. Bu kez ona adadıkları kurbanlar yoktu yanlarında. Munzur’un kenarında, ona tepeden bakan bir kayanın üzerine yerleştirdikleri değirmene yaklaştılar. Kadınlar, bellerine sardıkları kuşakların arasından çıkarttıkları teberıkleri[Dipnot] öpüp dualar okudular. Sadece kendilerinin bildiği o dilden. Sadece kendilerinin duyabileceği bir sesle Tılaq[Dipnot] Babayı yardıma çağırdılar. Tılaq Baba, ziyaretini yakan ateşten, oradan yükselen dumandan habersiz. Bir ahiret zamanı kadar yürüdüler. Değirmene vardılar. Tek sıraya girmeleri istendi, anlamadılar. Kendi dilleriyle şaşkın birkaç cümle kurdular, bu kez askerler anlamadı. Baktılar dilleri kendilerinden önce ölü, kara gözleriyle “Neden?” diye sordular. Komutan elini başına götürdü, düşündü. Düşündü ki kurşuna kıymak haram. O vakit, süngü ve dipçiğin sesi duyuldu. Önce süngülendiler, hemen sonra birer birer uçurumdan atıldılar. Askerler bu işte mahirdiler. Lakin öldürmekten artık yorgun düşmüştüler. Sona kalanlara süngü de haram deyip uçuruma bıraktılar. Son bıraktıklarını, uçurumun dibinde azrailin elinden bir yaban asma ile bir yaban incir aldı.
Şimdi bir mağaranın içerisindeydiler. Haxe (Hece), Fecire ve Fatma. Bir de Fatma’nın hala isim veremediği kundaktaki kızı. Kız ağlamaya başladı. Fatma kandan kaçan sütünü bulmak için boşuna çabaladı. O çabalarken kız biraz daha acıktı. Acıkınca biraz daha fazla ağladı. Askerler koşmaya başladı. Fecire, Fatma’ya baktı, Fatma gözlerini kaçırdı. Gözlerini kaçırdığı yerde Haxe’nin gözlerine yakalandı. Fatma anladı bu ilahi emri. Usulca kalktı yerinden. Kızını kucağına aldı. Öptü. Kıza isim vermek için, kocasını beklemeyi bıraktı. “Zerif” dedi. Tekrar öptü. Onu yere, kendini uçurumdan Munzur’a bıraktı. O vakit Munzur, gözlerine mil çekilmiş bir eski zaman dervişi gibi vurdu kendini kayalara. Alabalıklar kırmızı benekler çıkarttılar öfkelerinden. Munzur yamacında sıra sıra dizilmiş yayla çiçekleri, önce geniş yapraklarını döktüler. Sonra sarı çiçekleri kurudu. Kuruyan çiçeklerin arasına sonsuz, bitimsiz bir koku sakladılar. Öyle bir kilit vurdular ki üstüne hiç çıkmasın o koku, hiç bitmesin o öfke, hiç unutulmasın bu kadın…
Fecire ve Haxe, ya Zerif’le yaşayacak ya da Zerif’le öleceklerdi. Hiç konuşmadan, birbirlerine bakmadan, bu kararı verdiler. Sustular. Açlıktan yorgun düşüp uyudular. Kaç vakit geçtikten sonra uyandılar, bilmediler. Kendilerini bulan milisin[Dipnot] yüzbaşının karısına çocuğu sunacağını anladıklarında, ilk ve son kez konuştular:
-Name ho Zerif’a. Name ho vındero. Mae hora, tu o mendo.[Dipnot]
Harput’tan kalkan kara vagonun bir kompartımanında yüzbaşının karısı kucağında Zerif Manisa’ya giderken, onlar sırra erdiler.
Bu şehre, Tunceli’ye ilk kez geliyordu. Ama sanki yüzyıldır tanışıyorlar da birbirlerini kaybetmişler gibi, derin bir sızı kapladı içini. Otobüsün camından görebildiği kadar şehri çepeçevre saran dağlara dikti gözlerini. Demek bu dağlara sevdalanmıştı, demek bu dağlar saklamıştı onu, Cem’ini. Yalnız gelmişti. Cem’in iki kardeşi de gelmek istemiş, başları belaya girer korkusuyla izin vermemişti. Toparlandı.
Otobüs bir minibüs durağını andıran, insanların otogar dediği bir yerde durdu. İndiğinde bir taksi durdu yanıbaşında. “Bana steyşın bir araç lazım.” dedi. Kısa bir süre sonra, modeli Toros 12 olan bir taksi geldi. Taksiye bindi. Önceki taksici kadının elinde sadece küçük bir kol çantasıyla taksiye bindiğini görünce köpürdü. Taksi ilerledi. Kadın “Karşılar Köyü’ne gideceğim.” dedi. Adam, “Tamam. Merkeze yakın bir köydür. Eski ismi Xalvori’dir. 20 dakikaya varmaz ordayız.” dedi. Taksi, Munzur’un tersi istikamette, arkasında kesif bir toz dumanı bırakarak ilerliyordu. Taksici “Kime gidiyorsunuz?” diye sordu. Ancak herkesin birbirini tanıdığı, hatta küçük ismiyle çağırdığı kadar büyük bir kentte bulunduğunu düşünerek bu soruya şaşırmadı. “Karakola gideceğim.” dedi. Taksici, “yol üzerinde, kolay” dedi. Devamla, “çocuğunuz mu orda?” diye sordu. “Evet” dedi kadın. Adam, “terhise daha çok var mı?” diye devam etti. Kadın sustu. Adam etaminden yapılmış, içi pamukla doldurulmuş bir karpuzun sallandığı aynadan kadına baktı. Sorusunun cevabını aradı. Kadının yüzü, susuzluktan çatlamış topraklar gibiydi. Tek bir kelime daha etse, o yüzün onlarca ırmağın akacağı bir havzaya dönüşeceğini anladı. Sustu. Kadın “Çocuğumu vurdular. Şimdi o karakolda, onu almaya geldim.” dedi. O vakit taksici o soruyu sorarken lal olsaydım, bu cevabı işitmemek için sağır olsaydım diye düşündü. Çok sürmeden, eski değirmenin üzerine kurulu karakola vardılar.
Hemen silahlar çatıldı. Dur komutları verildi. Evraklar incelendi. İçeriye haber salındı. Kısa bir bekleyişten sonra kadın bir asker eşliğinde içeri girdi. Üzerinde komutan yazan, kırmızı, pirinç bir levhanın çakılı olduğu duvarın yanındaki kapıdan girdi. Üstünde kırmızı işaretler bulunan bir haritanın önünde, ayakta biri karşıladı kadını. Ancak bir askere ait olabilecek bir soğuklukla “başınız sağolsun” dedi. Kadın adamın gösterdiği yere oturdu. Komutan, “Manisalıymışsınız.” dedi. Devam etti, “İnsanın aklı almıyor. Manisa nere, Tunceli nere. Hem doktor olmuşsun. Araştırdık, büyük dedesi de piyade yüzbaşısıymış. Yazık. Bu nifakı bu topraklara kim soktu? Bu düşmanlığı kim?” Sorular cevap beklemediğinden kadın sadece sustu. Komutan, “Yazık.” dedi. Kadın suskunluğunu korudu. Komutan baktı ki hiçbir sözcük bu suskunluk duvarını aşamayacak, o da sustu. Ayağa kalktı. “Araba getirmişsiniz. Cenazeyi taşımak için birkaç köylü çağırdım. Onlar size yardım edecekler. Kısa beyanınızı aldıktan sonra gidebilirsiniz.” dedi. Zile bastı. Topuklarını birbirine vuran bir asker içeri girdi. Asker oturdu daktilonun başına, başladı yazmaya:
Adı: Ayşe
Soyadı: Bozkurt
Baba adı: Osman
Ana adı: Zerif
Doğum Yeri: Manisa
…. Daktilo tuşları birbirlerine yetişmek için yarışıp durdular. Bu sırada ifade bitt. Yan odaya geçtiler. Köylüler yüzyıllık cevizlerine kıymaktan çekinmeyerek yaptıkları tabutu omuzlayıp dışarı taşıdılar. Kadın tabutun arkasından peşi sıra yürüdü. Arkadan bir ses, “Bir dakika!” dedi. Kadın döndü. Ses devam etti “Çocuğunuzun birkaç eşyası var. Onları teslim etmeyi unuttuk, size hemen teslim edelim.”. Kadın tamam manasında başını salladı. Omzu kalabalık bir asker, elinde küçük bir poşetle çıkageldi. Kemikli parmaklarını poşetin içerisinde gezdirdi. “Buyrun” dedi, “işte bir yüzük, bu da bir saat”. Poşeti tam büzüştürmek üzereydi ki farketti. “Bir de bir sigara jelatini içerisinde şu aşağıdaki ırmağın kenarında yetişen kuru sarı çiçeklerden var.” dedi. “Onları da ister misiniz?” diye sordu. Kadın, suskunluk orucunu işte o vakit açtı. “Evet” dedi, “çocuğuma ait herşeyi istiyorum.”. Asker elini tekrar poşetin içerisinde dolaştırdı. O jelatini buldu. Çıkarıp kadının avucunun içerisine usulca bıraktı.
Bu o çiçekti. Annesinin göğsünde taşıdığı o çiçek:
Ana Fatma Çiçeği…
[1] Teberık: Dersim’de her köyün bir ziyareti vardır. Dersimliler bu ziyaretlerden aldıkları taşın/ toprağın kendilerine şifa verdiğini, yardım ettiğini düşünürler. Ve bu nedenle, zor zamanlar için bu taşı/ toprağı taşırlar.
[2] Tılaq: Dersim’de bir ziyaret yeri.
[3] Milis: 38’de devlete çalışan yerli insanlar.
[4] Adı Zerif’tir. Adı kalsın. Annesinden sadece o kalmıştır.
TEMEL PANK
07/05/2013 at 10:09
Sevgili Taylan Tanay mücadelenizden ötürü büyük bir saygıyla yüreğinizden ve sevgiyle gözlerinizden öpüyorum. Yapılacak bütün yorumların anlamsız kalacağı muhteşem bir öykü.
cemal kaya
08/05/2013 at 10:31
Ah ahhhh be Taylan Elinden öperim senin,Cok duygulandim cok yüregine inancina güzelim biyiklarina saglik,Birgün kardes sofrasin da sarilip öpmek isterim seni saglicakla kal..