Haberler
Sema Kaygusuz Yazdı: Çekil Küçük İnsan
İnsafsızca ölüme gönderilen insanların hakkını haysiyetle savunmak için, küçük insanı yerden yere vurmalıyız önce. Kimdir bu küçük insan? Küçük insan, sermaye için çalışır, halkı kandırır, korkutur, halk düşmanı iktidar tapınaklarını yine inşa eder.
Sema KAYGUSUZ
Son dört günde duyduğumuz, içinde rahmet, tevekkül ve sabır geçen, yoksul işçiyi gariban soyluluğuyla yücelten, yüceltirken ona hararetle acıyan, acımayı da merhametten sayan hiç bu kadar izansız, bu kadar ruhsuz cümle daha önce böyle peş peşe gelmemişti.
Yeni bir gelecek düsturuyla rezidans pazarlayan reklam filmleri olmadan yas tutamayan televizyon kanalları, Soma’dan aralıksız canlı yayın yaptılar. Bazı haber spikerleri göz göre göre katledilen maden işçilerinin trajedilerini dokunaklı sözlerle anlatırken, kendileri de birer melodram oyuncusu olarak rol kaptılar Soma’dan. Çok zor yayın yaptılar çok! Soma halkının son derece doğal kronik öfkesine, kurtarma çalışmalarının güçlüğüne, kardeşini bulmak için altmış cansız bedene bakmak zorunda kalanlara, yüzlerce korumayla Soma’da görüntü vermeye giden siyasetçilere rağmen evinde yazıklanan seyirciye madeni anlattılar. Bu arada kimsenin sormadığı soruları soranlar, gerçek muhabirler oldu hep.
Televizyonlarda kimisi hükümeti korudu, kimisi madenin sahibi Alp Gürkan’ı. Yer altından çıkan işçiler şans eseri kurtulmuş, bu satırlar yazılırken üstüne küllü su sıkılan kayıplar ise, kelimeyle insan eti arasındaki mesafeyi bilemeyen Orhan Kural’ın deyişiyle “tatlı bir ölüm”e erişmişti. Kayıpların küllü su yüzünden taş kesilip yerin altında kalabileceklerinden kimse söz etmemişti. Zaten onlar İzmir valisi Mustafa Toprak’ın akla ziyan mantığına göre akıllarını kullanamadıkları için ölmüşlerdi.
Başbakan Soma’yı ziyaret etmişken bir kişiyi de kendi elleriyle yumruklamadan edemedi. Yumruklarını konuşturmadan önce söylediğine bakılırsa soğuk hava deposunda bekletilen cesetler nazikçe otopsiden geçecekti. Çok şükür yara bere izi yoktu bedenlerinde. Şükretmeyen, kimseye minnet etmeyen, acıyla yumruğunu ısıran Somalı bir kadının fotoğrafını gördükçe öfkeden çıldıranlarsa, sokak gösterilerinde gazlanıp sopa yemeye devam ettiler. Bir yandan utanmazca kadere sığınan, sığınmayanı tekme tokat döven bir devlet; bir yandan hiçbir teknik bilginin birbirini tutmadığı çağ dışı madencilik anlayışı; bitmedi, babası ölen çocuğa “Baban seni nasıl severdi” diye soran terbiyesiz sunucu, öte yandan üç dakikalık iş bırakma eylemiyle emeğe ihanet eden Türk-İş denen sendika bozuntusu. Kapitalizm ve cinnet işte böyle yan yana gelir. Biri pençelerini etimize geçirirken, öbürü damarımızda patlar.
Bizim elimizde ise sadece bir sayı vardır: 284! Birden iki yüz seksen dörde kadar saysak mahalle bakkalından ekmek alıp döneriz. Bir ekmek almak kadardır iki yüz sen dört. Ama o bir ekmek Soma’da ölen madencilerin yekûnudur şimdi. Ekmek kokusu ulaşılan bir şenliktir. Ailesinde işçi olanlar bilir, hiçbir işçinin lezzetli bir kokusu yoktur. Tütün fabrikasında çalışanlar tütün kokar. Mermerde çalışan toz, kundurada çalışan deri, çöp toplayan çürük, madenci kömür kokar. O yüzden ölen babasının ardından kömür çuvalına sarılır çocuklar. Seçim propagandalarında evlere dağıtılan o kömürün bedeli budur. Her gün evdekilere elveda diyen biridir o yaktığımız kömür. Can pahasına çalışırken herkesten daha az yaşayacağını bilerek işe giderler. Yerin dibine inerken, gelecekleri yukarıda kalır. Arkadaşlarına çok bağlı olmalarının bir nedeni de birlikte ölme ihtimalidir. Gün ışığından azade, üretimin en karanlık kuyusunda yukarıdaki canlılığı düşünürler. Düşünün ki öleceğini bildiği için avucunda sımsıkı tutar helalleşmeyi. Hayal dahi edemeyeceğimiz bir korkunçluğa alışırlar.
70’li yıllarda çekilen toplumcu filmlerden tanıdığı gibi ateşli bir sendikacı, pişkin ustabaşı, yürekli devrimci, posbıyıklı kalender tipler gibi değildirler. Çok cılız, iç burkacak kadar ezik, işsizlikle tehdit edilen, yaşadığı çaresizliği benimsemiş gerçek kişilerdir onlar. Ürettikleri emekle hem çıkan kömürü, hem o madenin sermayesini, hem de uzanacağı temiz sedyeyi emeğiyle çoktan ödemiştir. Çarşafları kirletmemek için çizmelerini çıkarmaya çalışması daha da kahreder insanı. Yücelik, ağırbaşlılık, soyluluk gibi türlü sıfatlarla dışımıza attığımız bu hal, 12 yıllık maden işçisi Murat Yalçın’ın en küçük bir insanca muameleyi mahcubiyetle kabullenememesidir aslında. Kurumsal bir özene hiç alışkın olmamasıdır. Üstelik, onun bir daha aynı şartlarda çalıştırılabilecek olmasıdır.
Tam da bu yüzden bu ezilen, insafsızca ölüme gönderilen insanların hakkını haysiyetle savunmak için, küçük insanı yerden yere vurmalıyız önce. Kimdir bu küçük insan? Küçük insan, kapitalist ile zalim devlet adamının kanlı işbirliğinin harcı olandır. Ceberrut devletle iş adamı etrafında pervane olur bu küçük insanlar. Bir zalim gider, onlar yerine yenisini koyarlar. Sermaye için çalışır, halkı kandırır, korkutur, sömürür, halk düşmanı iktidar tapınaklarını yine inşa ederler. Başbakan birine yumruk attığında onun koruması olan kadındır mesela bu küçük insan. Görüntü alınmasın diye avaz avaza bağırırken tek amacı güçlüyü korumaktır. Küçük parayı büyük para karşılığında satan bankacının sildiği borca alkış tutandır. Soma’ya doluşup yas içindeki insanların arasına sızarak, ölenlerin şehit makamında olduğunu sinsice mırıldanan sakalına tükürdüğüm din adamlarıdır. Oğlunun bir tel saçını isteyen anneyi münasebetsiz addeder, en haklı öfkeyi günahla eşleştirirler. Allahtan korkmadan insanların içine Allah korkusu salarlar. Dindar ama imansızdırlar. Başbakanın özel kalem müdürü Yusuf Yerkel denilen insan müsveddesidir çoğu. Turist gibi Soma yasının içinde selfie çekinen Abdülkadir Selvi’dir. Protestocunun iki kaşının ortasına hedef alan polistir. Diyeceğim, bir otorite tek başına bir hiçtir. O içi kurumuş, düşünme namusunu kaybetmiş insanlar sayesinde kendisini kudretli farz eder. Küçük insanın zalimliğinden beslenerek büyük zalim adam olurlar.
Şimdi tevekkül zamanı değil. Ağırbaşlılığın hele hiç sırası değil. Sitem komik kaçıyor. Political Correct takılıp ortalama politik bir söylemle olup bitenlere vahlanmak bazılarımızın ölümünü engellemiyor. Olabildiğince doğrudan, alabildiğine direkt savunma araçları bugünkü durumda en meşru hakkımızdır. Sadece grev, yürüyüş, savcılığa suç duyurusunda bulunmakla, sosyal medyada iki kelam etmekle olmuyor. Zaten ne çektiysek yukarıdan kurulan cümleler yüzünden çekmedik mi? Bazılarımız yerin altındayken hem de. Evin içinde başlamalı isyan. Bir kadın yemek bekleyen kocasına “zıkkım ye herif, madenciler öldü” dediğinde, o bilince vardığımızda, küçük insan kimseye tutunamayacak.
Not: Ümit Kıvanç’ın madenciliği konu alan 16 Ton belgeselini lütfen izleyin. http://www.riyatabirleri.net/16ton_ana.html
radikal