Haberler
Sema Kaygusuz’un Yeni Romanı: Barbarın Kahkahası
Sema Kaygusuz’un yeni romanı ‘Barbarın Kahkahası’, bir motel içindeki bireysel huzursuzluklardan, toplumsal kırılma noktalarına doğru bir yolculuğa çıkarıyor okurunu.
Kaygusuz’la romanını Sibel Oral konuştu; Eray Ak da bu sohbete bir değerlendirme yazısıyla katıldı.
‘Barbarın Kahkahası’nda kimse kurtulamayacak’
Sema Kaygusuz’un yeni romanı “Barbarın Kahkahası”, bir motel içindeki bireysel huzursuzluklardan, toplumsal kırılma noktalarına doğru bir yolculuğa çıkarıyor okurunu. Bunu yaparken de, bugüne kadar okuduğumuz Sema Kaygusuz kitaplarından izleri yanına katıyor. “Barbarın Kahkahası”, Kaygusuz’un o bilinen üslubuyla akıp giden, bunun yanında, yazarın metnin farklı noktalarına yerleştirdiği gerilim duraklarıyla başka bir damardan da beslenen bir roman. Kaygusuz’la romanını konuştuk.
-Barbarın Kahkahası, bir sidik hadisesinin üstüne kurulmuş. Gündelik olaylar birdenbire derinleşip, beklenmedik anlamlar kazanıyor…
– Barbarın Kahkahası kabalığı yontmakla uğraşan bir romandır. Kişilerin arasındaki o küçücük farkların tahammül edilemez fazlalığıyla ilgilenir. Bu kadar kanlı canlı olmasının sebebi, biraz da bünyesinde taşıdığı kabalıktır. Gündelik bayağılıkların, ulu orta suçlamaların, kıyıcı kıyaslamaların, köklü ayrımcılığın, her gün kendine kurban seçen ilahi arayışın kalın sesini inceltmeye uğraşan bir yazı. Yazarken tasarlamadım bunları. Okuduktan sonra gördüm. Hayata duyduğum öfkeye benzememek için kelimelere diş geçirmişim. Evet, önceki kitaplarımdan en önemli farkı oldukça öfkeli ve alaycı olması. Neyse ki elimizde yazı yazma cüreti var. Öfke ve alay yazıya geçerken ister istemez çözülmek zorunda kalıyor. Şiire çarpıyor, humora ekleniyor, vulgarlık estetik biçim alıyor.
– Romanın geçtiği Mavi Kumru Moteli, Türkiye mi? Gerçi arka kapakta yazıldığı üzere “bir ülkeyi” anlatıyorsun…
– O motele bir ülke diyebiliriz tabii. Ama hangi ülke? Sadece Türkiye mi? Hiçbir kara parçasının dünya için gerçek anlamda bir kültür oluşturmaya yetmeyeceğini görmezden gelip, dünyayı kendi ülkesi kadarcık sayanların ülkesi mi? Korkuyla bilenmişlerin ötekine dehşet saçtığı saldırganların ülkesi mi? Yeryüzünde bütün iki yüzlü orta sınıfları da tanıdık geliyor. Maneviyat ile akıl arasındaki gergin ipte yürüyen, kendini agnostik sanan dindarların, dindar sanan sömürgecilerin, itikadından emin putperestlerin çoğunlukta olduğu ülke de diyebiliriz. Kendi maço dilini işitmeyip kendini feminist sanan heteroseksistlerin, solculuğundan hiç şüphe duymayan ulusalcıların, homofobiklerin, işbirlikçi kadınların doğduğu bir ülke de olabilir. Türkiye’yi anlamak hakikaten çok zor. Kenan Evren öldüğünde dışarıya bir baktım, olacak şey değil, sığ bir geleneksel dil almış başını yürüyor. Adaleti bir yana öteleyip öbür dünyadaki zebanilere sığınanların ülkesinde miyiz yoksa, diye geçirdim içimden. Bu gazete, faşist generalin ölümü cumartesiye denk gelince Cumartesi Annelerinin ah’ından dem vurdu. Sahiden Cumartesi Anneleri’nin ahı tutsaydı eğer bu ülkede ikinci bir Nuh Tufanı olurdu halbuki. Bilmiyorum, dünyaya katlanmak için gerçeküstü hikâyelere meyleden garip yanımız zihnimizi bırakmıyor. Meryem’in bakireliğine, Musa’nın asasına mecbur kalan tedirgin huyumuz belki de daha ağır basıyordur. Ne var ki bu gariban dil, günü gelince Kürtleri kuyruklu, Yahudileri vampir yapar. Dünya o zaman acımaya başlar. Diyeceğim, Mavi Kumru Moteli’nde geçen siyasi söyleme bakarsak, evet, yaşananlar Türkiye’ye çok benziyor.
“İSTEDİM Kİ, BU KEZ EN YÜZEYDEN DERİNE GİDELİM”
– Bu kitapla birlikte romanla kurduğun ilişki yeni bir boyut almış…
– Bu günlerde alaturka aforizmalar epey moda, farkındasındır. Dolaşıma giren sözün örtüsünü kaldırınca, gördüğüm şey sadece kinaye. İnsanlar duygularının özetlenmesinden hoşlanıyor olmalı. Bir şarkı sözü gibi ezberlenmek istiyorlar. Ne var ki benim romandan anladığım, kalbin avaz avaz kendiyle konuşmasına vesile olmaktır. İroniyi alır kinayeyi geride bırakır. Alegoriyi rafa kaldırıp yerine metafor inşa eder. Roman hiçbir zaman teslim edilecek fikrin bahanesi olamaz. Sorulacak soruların bizatihi kendisi haline gelir. Bir de şu var, bizler kitap okurken, bir kitap tarafından da okunduğumuzu sık sık unutuyoruz. Bir cümlenin altını çizerken, birdenbire okunaklı bir varlığa dönüştüğümüzü gözden kaçırıyoruz. Yazının okurla paydaş olduğu şey, karşılık okunuyor olmalarıdır. Roman kahramanı, başka bir roman kahramanına konuşurken bile, bir yanıyla okura yöneliktir. Kendini okura dinletiyordur. Tanış çıkacağı birine… Edebiyatın bu oyunbaz yanını hala hayretle karşılıyorum.
– Deniz kenarında geçen, yüzeyden derine doğru bir dolaşım var. Özellikle diyaloglardan güç almışsın…
– İstedim ki, bu kez en yüzeyden derine gidelim. En yüzeydeki dünya telaşının kenarından tutup birer birer çözülelim. Romandaki karakterlerin kendini koyvermesi biraz da bundandır. Ortalık sidik kokmaya başlar, düzen dağılır, suçlu aranır, söyleşmelerin şakulü kaymaya başlar. Meseleyi halletmek için değil, bu kez geri dönüşsüz bir biçimde kaybetmek üzere konuşurlar. “Bir diyalog olduğumuzdan beri, insan göksel bir varlığa dönüştü” der Hölderlin. Gökselleşince ister ister istemez kendi dibine temas edersin. Göklerdeki dibine. O yüzden bu romandaki konuşmalar, iki lafın belini kıralım türünden sohbetlere pek benzemiyor pek, her birinden kan sızıyor.
– Simin, Eda ve Nihan. Bu üç kadını düşündüğümde en sessizi Nihan dahil bir şekilde “güçlü” olduklarını düşündüm. Sen bu üç kadını nasıl tanımlarsın hikâyeleri üzerinden…
– Romandaki karakterleri tek tek anlatmayayım. Okurla kitap arasındaki mahrem ilişkiye girmeyelim. Ben bu romanı, ta çocukluğumdan beri zihnimde o kadar çok yazdım ki, onun hakkında konuşmaya mecalim kalmadı. Önünden arkasından dolanarak kendi doğal yaşamına müdahil olmak istemiyorum. Hele bu kitabın ebeveyni olmak hiç istemiyorum. Birini lanetlesin, birini büyülesin, birini itsin, birinin başına bela olsun, ama beni çağırmasın yanına. Ayrıca, bir kitabı kim nasıl anlam verir, nasıl okursa, kendisiyle ilgili bir sorumluluk alır bence. Ne de olsa, dışımızdaki bir nesne hakkında düşünürken, nihayetinde hep kendimizle ilgili söyleriz. Bütün okumalar kişiseldir. En nesnel yargılar, soğuk ve uzak bakışlardan değil, tersine alabildiğine öznel, merak ve hayret dolu sıcak ilgiden doğar. Kitaplar okurla dudak dudağa konuşur zaten. Zihinsel olduğu kadar tensel bir tesiri vardır. Romanlar, hikâyeler, şiirler zihnimizde özel alana dönüşür. Seyrettiğimiz resmi ister istemez betime, dinlediğimiz müziği zamanın içinde bir işarete dönüştürürüz. Sözgelimi Bach’ın Goldberg Varyasyonları alıştığım bir içlenmenin her seferinde özlenmesine sebep olur. Ama kitap öyle değildir. Her okumada değişir, eksilir ya da katmanlanır, kütüphanedeki öbür kitaplara göre içerik kazanır. O yüzden Barbarın Kahkahası’ndaki temalar, olay örgüleri ya da karakterler üstüne fazla söz tüketmek istemiyorum. Aksine seyretmek istiyorum. Simin’in reçeteleri bir yere değecek mi? Eda’nın erotizm söylemi nasıl alımlanacak, çok merak ediyorum. Kuran’dan vazgeçen Alikar Cebrail’ine kavuşacak mı? Selçuk’un kadın korkusu teselli bulacak mı? Avla-avcı arasındaki farklı cepheler fark edilecek mi? Tümüyle teslim ettim kendimi.
“HEPİMİZ SUSUYORUZ”
– “Birinin bu olayı adamakıllı yazması gerek” diyor Eda ve ekliyor: Bu meseleye kenardan bakabilecek bir anlatıcı lazım. Bundan yola çıkarak sana sormak istiyorum; sen kendini kenardan bakan bir anlatıcı olarak görüyor musun?
– Moteldeki anlatıcı benim elbette. Ama kimin yerinden yazdığımı okuyucuya bırakayım. Sadece olayların tanığı değildim yazarken. Bu romanı toynaklı hayvan yerimle yazdım. İlk kez denizin tuzunu tattığında yeni bir evren yaratan çocuk yanımla, yaşlılık halimle, ölümlü etimin ürküntüsüyle yazdım. O koyda av olan keçinin yerine sızlandım. Öte yandan başkalarının yerine de yazdım. Gerçek hayatta karşılaşmaya bile katlanamadığım, katiyen canlılığın değerini bilmeyen insanların yerine. Bundan başka bir güncellik de bilmiyorum doğrusu. Dolayısıyla romandaki kişiler bir topluluğun simgesi değildir. Hiç kimse kendinden ibaret değildir çünkü. Hatta hiçbirimiz sandığımız insanlar da değiliz. Kişi ne kadar kendini kurgularsa kurgulasın, gerçekte kendini şaşırttığı anlarda açığa çıkar. Okuduğumuz metin iç sese dönüştüğünde mesela, kendimizle ilgili yeni bir şey duyarız.
– Ufuk “Yazar birdenbire çok eski bir serüvene uyanmalı. Kendisinin de harcandığı bir serüven gibi düşün. Dertle meşgul olması gerek. Kendisiyle değil” diyor. Bu romanın yazarı Sema Kaygusuz’un meşgul olduğu dert/ler neydi?
– Bilincine vardığım dertlerimin hepsini bugüne değin yazdığım bütün metinlere serdim. İlginçtir ki, bilincinde olmadığım bazı kişisel trajedilerimi yazdıktan sonra fark ettiğim zamanlar da oldu. Söyleşiye taşıracak bir sessizlik kaldıysa, o da sonraki metinlere taşınır umarım. Ama illa ki sustuğum bir şeyler vardır. Hepimiz susuyoruz, bakmayın. Yazmak ve okumak, suskun yanımızı duyurduğumuz bir eylem herhalde. Her kitapta katlanarak büyüyen bir suskunluktan söz ediyorum. Kitapta Esrariler bölümünde bir sahne vardır. Alikar elini kulaklarının üstüne koyup “Bana bakınca ne görüyorsun” diye sorar. Gösterdiği jest, kendisinin paranteze alınmış halidir. Ben de herkes gibi bir parantezim. Paranteze bir kere girdin mi, iç anlam derinleşen bir zindana dönüşüyor. Suskunluk atıl kalıyor. Sonsuzluğu zihninde dolaştıran ölümlü ten devam ediyor. Bu ikilem eşliğinde yazının içinde dolaşıp duruyoruz. Cümlenin sonuna koyduğun nokta, zamanın içinden yaşamsal bir kesit çıkarmıyor yalnızca. Onu sonlandırıyor da. O zaman aynı hikâyenin bir daha asla yazılamayacağını idrak etmek zorunda kalıyorsun. Barbarın Kahkahası’nda kimse kurtulamayacak. Kitap “tüylerimin yönünde okşayın beni” diye başlamış olsa da öyle bir okşama yok, gayet iyi biliyorum.
Barbarın Kahkahası/ Sema Kaygusuz/ Metis Yayınları/ 152 s.
‘Çişin ehemmiyeti kaotik günlerde daha da güçleniyor’
Eray AK
Benzerlerinden çok da fazla artısı olmayan yazlık bir motel düşünün. Adı da Mavi Kumru Moteli olsun. Denize nazır bungalov evlerde konuklarını ağırlayan ve yazın, yıllık izinden çalınmış birkaç gününü orada geçirebileceğiniz sıradan bir tatil mekânı. Doğanın içinde kafa dinleyip çalışmaktan yorgun düşmüş dimağınızı dinlendirebileceğiniz huzur vaat eden bir yer. Buradan bile duyulan okey taşlarının şakırtısını bir kenara bıraktığımızda bu söylenenler kulağa kötü gibi gelmiyor. Bir çekiciliği var. Hele ki yaz, gelip kapıya dayanmışken…
Ancak bu Mavi Kumru Moteli’nin muadillerinden küçük bir farkı var. Türk edebiyatının önemli isimlerinden Sema Kaygusuz’un yeni romanı Barbarın Kahkahası’na ev sahipliği yapıyor bu motel ve Kaygusuz yeni romanında, bir motel içindeki bireysel huzursuzluklardan, toplumsal kırılma noktalarına doğru bir yolculuğa çıkarıyor okurunu. Bunu yaparken de, bugüne kadar okuduğumuz Sema Kaygusuz kitaplarından izleri yanına katıyor. Barbarın Kahkahası, Kaygusuz’un o bilinen üslubuyla akıp giden, bunun yanında, yazarın metnin farklı noktalarına yerleştirdiği gerilim duraklarıyla başka bir damardan da beslenen bir roman.
Romanın tüm çarkları, aslında bir yazlık tatil mekânında herkesin başına gelebilecek bir olayla çalışmaya başlıyor. Motelin “girdiği her ortamı bozmak niyetiyle tatile çıkmış” gibi görünen sakini Turgay, gecenin bir yarısında, önce tuvalete doğru seyirtir ama vaz geçer. Ardından denize doğru yönelir ve tüm sıkıntısını denize döker; işer. Ve bu olaya, motelin okey takımı Serpil, Gülenay, Aysu ve Dilek tanık olur. Olaylar tabii ki bu noktada kalmaz ve ertesi sabah Dilek’in baştan çıkarmasıyla deli olan kocası Faruk, Turgay’a, bu menfur “iç döküş”ten dolayı saldırır. Turgay yüzünün şekli biraz değişmiş olarak karısı Nihan’la tatiline devam ederken, Faruk ve eşi Dilek ise motelden ayrılır. Tam olaylar duruldu derken bu “çiş hadisesi” farklı bir boyut kazanarak tekrar motelin gündemine gelir. Bu kez motelin farklı bir yerinde çarşaflar sidikle bulanmıştır. Haliyle en büyük şüpheli de Turgay. Ancak bu kez, olayın çirkinliğini de işin içine katarak farklı şüpheliler de aranmaya başlar. Bu da herkrsin zan altında kalması demek.
Barbarın Kahkahası, bu basit diyebileceğimiz bir olaydan yola çıkarak derdini dökmeye başlıyor bize. Ancak komik bile bulunabilecek bu “pisletme” olayını, görüldüğü boyutuyla almamak gerekir. Kaygusuz, bunu güçlü bir simge olarak yerleştirmiş romanına. Hikâye ilerledikçe birer birer karşımıza çıkacak, toplumun belirli kesimlerinden tiplerle daha da güçlenecek, yazarın bize düşündürmek istediği soruyu ortaya çıkaracak bir zemin için ilk dokunuş bu. Sema Kaygusuz’un motelin pisletilişiyle akıllara düşürmek istediği soru ise şu: Böylesi kirlenmiş bir ortamda, kendilerini sorumlu tutmayanlar ne kadar temiz? Ve paralelinde, eğer bu kirlenişe bir sorumlu aranacaksa, herkesin bunu aramaya kendisinden başlaması gerekmez mi?
Bu soruların bizi götüreceği yer de şüphesiz Türkiye ve hesaplaşılmamış geçmişi olacak.
Aslında Türkiye’yle de sınırlamamak gerekir Kaygusuz’un romanını üstüne kurduğu güçlü simgeyle doğan yakıcı soruları. Dünyanın haksızlık coğrafyası çok geniş ve biz bu coğrafyanın herhangi bir yeri için de yineleyebiliriz Sema Kaygusuz’un romanıyla düşündürdüklerini. Ancak acı Türkiye tarihi, bu romanın sorgulatmak istediği esas mesele.
Bu bağlamda birçok kahraman kendi dertleriyle giriyor romanın içine. Ozan, Melih, İsmail, üç kuşak tatile çıkmış yapışık aile, Ferhan, Selçuk, Alikâr, Eda, Ufuk… Birçok yaşanmışlık da bu kahramanlarla dile geliyor. Sonuçta ise ortaya bireysel dertler çıkmasını beklerken, bu portreler uç uca eklenip bir büyük ülke resmine dönüşüyor. İşte tam da bu nedenle “romanın başkahramanı” diyebileceğimiz güçte birini yerleştirmemiş romanına Sema Kaygusuz. Yazarın derdi, dertleri öne çıkarmak Barbarın Kahkahası’nda.
Ancak romanın, yine başkahramanı diyemeyeceğimiz, ama diğerlerine bakışla biraz daha önde olan bir kahramanı var: Yüzünü kapatan geniş şapkası, elinde sürekli bir şeyler yazdığı defteri ve ilerlemiş yaşına rağmen düzgün fiziğiyle dikkat çeken bir nevi tıp tarihçisi diyebileceğimiz Simin. Sinirleri bozuk motel sakinleri için defterine yazdığı gizli reçetelerden biri ülke için de gerekli yanıtı veriyor sanırım bize: Türkiye’nin ağzına bir karanfil şart.
Cumhuriyet.com.tr