Haberler
Yangınlar Ülkesinin Genç Ozanı: Hasret Gültekin
Hasret Gültekin’i anlatırken mutlaka Pir Sultan’ı ifade etmemizi isteyen Güler Gültekin; “Hasret Gültekin’in dünya görüsü Pir Sultan’ın duruşudur. Nesimi’nin Enel Hak’kıdır.. Mansur’un duruşudur. İcra ettiği sanatla, kişiliği aynı parelelde yürüyen bir insandı. Bu çok önemli. Bence sanatçılarda aranması gereken en büyük özellik bu.” diyor.
Aslı SEZGİN
Hasret Gültekin, Sivas’ın İmranlı kasabasına bağlı, Kızılırmak kenarında kurulu Han köyünde 1 Mayıs 1971’de dünyaya gelir. Süleyman ve Hacıhanım’ın, Nazire ve Güler’den sonra üçüncü çocuğudur. Ona nerelisin diye sorulduğunda; “Koçgiriliyim, Alişer’in soyundanım, hatta Alişer annemin dedesidir.” der. Alişer, Koçgiri Kürt isyanının önderidir. Han köyü ise bu isyanda üs olarak kullanılan bir mezradır. Han köyünde yasayan Kürt çocukları, kıvrıla kıvrıla akan Kızılırmak’ın karsı kıyısına “Ütay” derler. Ütopya, düştür “Ütay”… Kızılırmak’ın karsı kıyısına geçmek… Dağların ardına uzanmak, yeni bir güzelliği keşfetmek bir tutkudur. “Ütay”da baharda her renk çiçek açar, ortalık renk cümbüşü olur. Hasret Gültekin “Ütay”ın renklerini tüm dünya halklarının ve müziklerinin renkleri olarak algılar. Yani türküdür “Ütay”. Tek tek ütopyaların kesfidir. Bunun için, “Türkülerimiz enternasyonalisttir. Enternasyonalist olmayan insanın ütopyası da olamaz; olsa bile siyah-beyazdır.” Bizimki ise mavidir” diyen genç bir ozandır.
Hasret Gültekin üç yasında iken, ailesi ve akrabaları ile birlikte eğitim ve koşullar uygun olmadığından İstanbul’a göç eder. “Babamız işçiydi o zaman Almanya’da, yurtdışındaydı.” diyor ablası Güler Gültekin… Aynı apartmanda kaldıkları akrabalarından saz çalan iki kardeş vardır. Hasret Gültekin sürekli onların yanındayken, bağlama çalmak için üzerlerine atlar. Bağlama çalma isteği çok küçük yasta baslar. Evleri sobalıdır. Annesi ile birlikte odun-kömür çıkarmak için kömürlüğe indiğinde, yan kömürlükte telleri olmayan, arka gövdesi kırık bir divan bağlaması görür ve hemen alır eline. Annesi bir elinde kömür kovası, kırık divan bağlama ile birlikte onu sürükleyerek çıkarır kömürlükten. Artık hiç bırakmaz elinden o kırık çalgıyı. Hatta ilk önce süpürgeyi bağlamaya benzettiği için süpürge çalarak baslar bağlama çalmaya! Bütün bu merakından dolayı babası izne gelirken ona bir bağlama getirir. Daha sonra da çocukların kullanacağı boyutta, orijinal İspanyol gitarı. Hiç bırakmaz elinden bağlama ve gitarını. Bu merakı, çabası, ısrarı ve ciddiye alması sonucu çok küçük bir yasta, altı yaşındayken bağlama çalmaya baslar. Çok çabuk benimser bağlamayı, özümser onu ve yolunu belirler. Onunla bütünleşir ve devam ettirir bu ısrarını, çabasını. Asla yılmaz, onunla yatar, onunla kal-kar. Duyduğu bir türküyü, tam o yöreye özgü yanlarıyla yorumlamadan, onu özümsemeden bırakmaz. Öyle titiz yaklaşır elindeki bağlamasına. Bu merakına dair Güler Gültekin şunları söylüyor: ” Tabi bizi besleyen en büyük unsur kendi kültürümüz. Alevi inancımız, Alevi deyişleri. Biz Kürt-Alevi aşireti Koçgiriliyiz. Hem Alevilik anlamında zengin, inançsal bir olgu, hem Kürtlük anlamında zengin bir müzik. Yöre zaten kültür olarak çok zengin. Hasret, zeki bir çocuktu. Buna merak da eklenince ortaya bu sonuçlar çıkıyor. Çıkış noktasını oradan alıp götürebildiği kadar götürdü.. ”
Hasret Gültekin’in bağlamaya ve ozanlara olan sevdası öyle bir sevdadır ki, daha ilkokul öğrencisi iken, Davut Sulari’nin ölüm haberini duyunca üç gün okula gitmez. Odasına kapanır, koltuğun arkasında ağlar, Sulari’nin ardından gözyaşı döker. Çok küçük bir yastadır ama yası büyük olur. Mahsuni, Davut Sulari, Rıza Aslandoğan, Ali Ekber Çiçek, Arif Sağ, Muhlis Akarsu… vb. o dönem sevdiği, yollarından ilerlediği ozanlardır. Birçok ozanı dinleme olanağına sahiptir ve onların her biri ayrı bir özellik taşır Hasret Gültekin’e. “Hiçbirinin adını anmadan geçemeyeceğim ama ilk öğrenip, söylediğimiz, çok söylediğimiz türkü ‘Bu yarayı dosttan aldım ezeli’ olur.” diyor Güler Gültekin. Okul yıllarında da sürekli bir faaliyet içindedir. Özellikle müzikal alanda öne çıkan yanları vardır. Tanıştığı insanların beğenisini kazanan, saygılı ve sınırını bilen bir kişiliğe sahiptir. Edirne Anadolu Lisesi’nde okuduğu bu dönemde arkadaşlarıyla birlikte tasarladığı Keşanlı Ali Destanı piyesini sergiler. Aynı zamanda Edirne halk oyunları ekibinde yer alır. Müziğe, bağlamaya olan sevgisi onu lise ikinci sınıfta ya okul ya müzik tercihi yapmaya zorlar. Tercihini, hiçbir zaman bağının kopmasını istemediği bağlama ve müzikten yana yapar.
Hasret Gültekin’i çevresinde birçok ozanın var olması etkiler ama o sadece aldığını, duyduğunu olduğu gibi çalan biri değildir. Yasamı boyunca hep öğrendiği her neyse alıp, daha ileri bir noktaya taşımak ve yeni bir şeyler katmak, zenginleştirmektir amacı. Bunun için sürekli araştırır. Onun en öne çıkan özelliği araştırmacı, meraklı ve ısrarcı bir kişiliğe sahip olmasıdır. Her türlü müziği araştırır. Kendi geleneksel Anadolu kültürünü, her yöreyi, ablasının deyimiyle, “toprağın altını eşelercesine” arayıp bulur ve onu kendi halk kültürüne yaraşır, hem bağlamada, hem söylemde, hem icrada hakkını vermektir bütün derdi. Örneğin; Kürt dengbejlerinden Şakiro’yu duyar. Kalkar onu dinlemek için Muş’un Varto ilçesine gider ve sesini kasete alır. Artık bir hafta boyunca el teybinden sürekli Sakiro’yu dinler. Ya da Maraş’ta bir Alevi dedesinin çalış tarzını dinlemek adına gider, arar ve onu bulmadan geri dönmez. Bir gün Han köyünde birisinin öl-düğünü duyar. “Koçgiri’nin en güzel ağıt söyleyen kadını Makbule Teyze’dir.” derler ve gider onu dinler, dinlediği ağıtı kaydeder. Yani bir işin kaynağı neredeyse oraya koşturur, kaynağından alır ve bir yerlere götürür. Sanatsal an lamda hiçbir üretimi es geçmez. Sanat anlamında, müzik anlamında her şeyin özünü görmeye çalışır. Özüne inerek herkesin göremeyeceği şeylere bir pencere bulur ve açar. Mutlaka her insanla da ortak bakabileceği bir penceresi vardır. “Halk müziğini geliştirmek, halk çalgılarının ses özelliklerini bilmekten geçer.” diye düşünerek sürekli araştırır, öğrenir. Gitar’ı, nefesli sazları, piyanoyu çalmayı bilir. Bağlama ailesinden olan curayı, divan bağlamasını ve ayrıca kabak kemaneyi, tarı öğrenir.
Halk müziğini geliştirmek anlamında dünya müzikleriyle de çok ilgili, alakalı olur. Hatta Paco De Lucia’yı görebilmek için İspanya’ya bile gider. Orada en hızlı gitar çalanlarla yarıştığını anlatır geri döndü günde. Batı müziği kalıpları içerisinde, türküleri ve türkü motifli besteleri düzenlerken; “Bir kompozisyon içerisinde sunabilmek için, ses bütünlüğünü sağlamak gerekiyor. Artı, Anadolu’da yasayan yerel ozanların tavırlarını bilmek lazım.” diyen Hasret Gültekin; bunun için, Anadolu’nun en ücra köşesine kadar hatta dünyanın değişik yerlerine gider. Değişik müzik türlerini de inceleyerek, geleneksel müziğin gelişimine katkı sunar. “Kafasında Paco de Lucia, Paco Pena,Peter Gabriel… caz, folk, flamenko, reggae, bağlama Hasret’in elinde piyanolaşırdı. Hızlı, kimi zaman dingin ama her zaman damıtarak çalardı. Parmakları hiçbir zaman tedirgin ve ürkek dokunmadı tele, kendinden emin ve onurlu. Bilincini, beynini olduğu gi¬bi müziğe aktarırken, enstrümanına son derece hakimdi. Perdeler Kütahya, Erzincan, Sivas biraz sonra Ağrı, Van, Fethiye oIurdu. Teknik ve duygu bilinçli bir biçimde işlenince yalnızca yüreği değil beyinleri de büyülerdi.” diye anlatıyor bu yönlerini Kadir Karakoç..
Bir sanatçıyı yaratıcı kılan en önemli yanı araştırıcı olmasıdır. Araştırdıkça üretir sanatçı. Hasret Gültekin de kendi topraklarının kültürünü, çevresindeki, Neşet Ertaş’tan, Talip Özkan, Nesimi Çimen’e… ozanları ve üretimlerini araştırır. Anadolu halk kültürünü özümsemiş, üretken sanatçıları araştırır, bunun için sürekli okur. Tarih bilincini okuyarak, araştırarak geliştirir. Bundan dolayı, Anadolu’da yasayan uygarlıkların, aşiretlerin, beyliklerin, kavimlerin… kısacası bütün etnik kültürlerin zenginliklerini öğrenir ve sindirir. Çıraklık yıllarıdır ve öğrenmek için her türlü fedakarlığı yapar. Giderek ustalaşır ama mütevazılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu şekilde Anadolu’nun kültürel birikimini, zenginliğini milim milim işler ve bir birikim yaratır. “Anadolu! Ne arıyorsak burada bulacağız.” diyerek dalar derinliklere. Ve önce müzik, giderek Anadolu kültürünün zenginliklerini açığa çıkartma çabasında olur. Bütün yerel ozanları, Avşarlar’ın, Bozlaklar’ın, Abdallar’ın otantik çalgılarını; Virani’nin, Hatayi’nin yapıtlarını; Ömer Hayyam’ın, Nesimi’nin beyitlerini; Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun, Köroğlu’nun, dörtlüklerini, deyişlerini, koşmalarını, semahları, horonları, zeybekleri, barları öğrenir, tanır. “Halk, toprak ve emek” vurgu-sunu öne çıkartarak her bölgenin mızrabının özünün korunmasını ister. “Halk müziği ozanlarına ve halk müziklerine baktığımızda halk ozanları geçmişten bugüne bize bu kültürü taşımış. Bu sazdan saza, dilden dile hep binlerinin aracılığıyla bir anlatım, günümüze kadar gelmiş. Hasret de biraz halk ozanı gibi, bunları geleceğe taşıyan biriydi…” diyor Güler Gültekin… Abuzer Karakoç ise buna dair şöyle diyor: “Ozanlık geleneğini geçmişten günümüze, günümüzden ise yarına aktaracak bir köprü idi. Cehaletten bilimsel ve akademik bilince sıçramanın adıydı.”
Hasret Gültekin ilk resitalini 1987 yılında Kadıköy Moda Sineması’nda verir. Aynı yıl ilk çalışması “Gün Olaydı” albümünü çıkarır. Albümdeki çoğu beste kendisine aittir. Ve henüz 16 yaşındadır. Ablası Güler Gültekin de bu albümde kardeşine vokal olarak eşlik eder. Hasret Gültekin, yaptığı sanatın asaletli olduğuna inanır. Bunun için bağlamaya dair; “Bu sizin düşündüğünüz kadar dar bir enstrüman değil. Bunun açılımları çok geniş olabilir.” diye düşünerek şelpe çalışmalarına yoğunlaşır. Şelpe, bağlamaya tezenesiz, tele elle dokunarak çalınan bir tekniktir. Çıplak telin ve tenin timsal zenginliğindeki sadeliği dolayısıyla şelpe tavrını çok sever ve bütün enerjisiyle onu öğrenmeye çalışır. Üç telli sazın ustalarından Nesimi Çimen’den öğrenir selpe tavrını. Öyle ısrarcıdır ki, sürekli Nesimi Çimen’in Çengel-köy’deki evine gider, bıkmadan usanmadan çalışır. “Babam, öğrenmek isteyen herkese şelpenin çalış özelliklerini göstererek anlatırdı. Çoğu kişi öğrenmeden bırakırdı. Hasret ise öğrendiğiyle kalmadı. Şelpe tavrını tam anlamıyla özümsemişti.” diye anlatıyor bu süreci, Aşık Nesimi Çimen’in oğlu Mazlum Çimen… Bu anlamda Hasret Gültekin, Nesimi Çimen için çok özel bir öğrenci olur. Onların arasında sadece bir öğretmen-öğrenci ilişkisi değil, aynı inancı ve aynı müziği paylaşmanın getirdiği bir dostluk da oluşur.
Bunun tanıklarından biridir Mazlum Çimen. Bir gece buluşurlar ve Nesimi Çimen’in evinde gece yarısına kadar çalar söylerler. Maraş yöresindeki Alevi dedelerinin çaldığı üslupları öğrenir. Geç saatte evine gitmek için yola çıkar. Takside giderken kafasına bir şey takılır. Taksiciye “geri dön” der. Çengelköy’e geri döndüğünde herkes yatmıştır, kapıyı Mazlum Çimen açar. Ona, “Nesimi babayı görmem lazım.” der. Mazlum Çimen; “Hasret, babam yattı.”der. Ama dinlemez, ısrar eder ve kaldırtır. Nesimi baba kalkar. “Ne oldu oğlum, bir şey mi oldu?” diye sorar. “Yok baba kafama takıldı, uyuyamam sabaha kadar. Hani biz bu deyişi şurada çaldık ya; şurada şelpede bir tavır gösterdin, onu bana bir daha göstermen lazım, çalar mısın?” der.
Aslında şelpe, Türkmenlerin, Avşarların ve Alevi dedelerinin kullandığı bir çalma tekniğidir. Eski Alevi dedeleri, Alevi deyişlerini yüzyıllarca bu şekilde çalarlar. Hasret Gültekin ise, bunu irdeleyen, araştıran ve tarz kazandıran olur. Dolayısıyla zeybekleri de, deyişleri de, semahları da her yöreye özgü tezene vuruşlarını da şelpeyle çalan ilk sanatçılardandır. Ablası “Çok zengin bir toprak bu. Çok derine inmek lazım. Hasret’in özelliği buydu. En çatlak, en derine inmek, köklere inmek. Köklerden alıp evrenselliğe gitmek. Bir kısırdöngüde kalmadı Hasret. Kültürümüzün bin yıllar önceki derinliğini kavramış onu bugünden yarına taşımıştır. Geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olmuştur.” diyor bu konuda da…
1988 yılına gelindiğinde Almanya’ya gidip gelmeye baslar. Ara verdiği okula bu defa Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencisi olarak devam eder. Aynı yıl içinde Abuzer Karakoç, Hüseyin Aydın, Ali Ekber Eren’in de yer aldığı “Bitmeyen Türküler, Dostlar Muhabbeti” kasetinin müziklerini ve müzik yönetmenliğini yapar.
1989 yılında “Gece ile Gündüz Arasında” isimli ikinci albümünü çıkarır. Aynı yıl ayrıca Hollanda Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine “Genç Türkler” festivalinde Birsel Acar’la birlikte Türkiye’yi temsil eder. Yaklaşık iki sene sonra da aynı ülkede birçok sanatçı ile birlikte “Türk haftası” etkinliklerine katılır.
Hasret Gültekin, 1980’li yılların yarattığı yılgın, arabesk müzik piyasasının dışında araştıran, üreten ve yeni şeyler katarak ileriye taşıyan bir tarz izler. Genç yaslarda sanata yönelirken çevresinde farklı yollardan ilerleyen sanatçılar vardır. Özellikle 1980’lerin ikinci yarısında 12 Eylül’ün etkileri yavaş yavaş dağılırken, kimi sanatçılar Anadolu’da duydukları, buldukları her türden müziği ard arda ekleyip, albümler yaparak, para kazanma yoluna giderler. Ne bestecisine, ne de kaynak kişisine para ödememek için türkülerin önüne “anonim” sözcüğünü yazan İMÇ’li sanat ve emek hırsızlarıyla el ele verirler. Hasret Gültekin ise, bir albüm ya-parken isin ticari yanını değil, sanatsal ve estetik yönünü düşünür. O sanatsal değerlere para getiren bir meta olarak bakmadığı için bulduğu her şeyi çevresindeki dostlarıyla paylaşır. Anadolu kültürünü geçmişten bugüne taşıyan ozanlara ve bağlamaya inanır, bağlanır. İnandığı şeylerin derinliklerine dalar. Ama o derinliklerde kaybolmaz. Tam tersine bir hazine çıkarır gibi özenli ve titiz davranarak anlamaya çalışır. Aşıklık geleneğini anladığı oranda anlatır ve kendinden de katar. İçinde bulunduğu dönemle birlikte düşündüğümüzde bağlama ile ilgili çok şey yaptığı görülür. Şelpe dışında bağlamanın tüm tavırlarıyla ilgili çok uzun çalışır. Bunun için Talip Özkan, Neşet Ertas, Hacı Tasan, Muharrem Ertaşlar’ı dinler, öğrenir ve kendi özgün tarzını yaratır. Örneğin, Talip Özkan’ın çaldığı kavalla ilgili ulaşabileceği ne kadar kaynak varsa hepsini alır, okur, dinler ve gerçekten hakkını vererek, onun gibi çalana kadar elinden bırakmayan bir çalışma tarzı izler.
Ayrıca her anlamda kendine özgü bir tarz yaratmak ve yorumlama yanını güçlendirmek için artık Paris seferlerine baslar. Bu konuda en iyi isim Talip Özkan’dır. Aşıklık geleneği, zeybekler, Bozlaklar, hareketli ve güçlü refleksler, ince kıvrımlar… vb. hepsi Talip Özkan’a özgüdür. Bütün bu çalışmalar boyu Hasret Gültekin çok mutlu ve sevinçlidir. Böylece en büyük düşünü de gerçekleştirir. Talip Özkan, Arif Sağ ile birlikte çalıp söyler ve bu kaydedilir. Onun için yaşamının en güzel günleridir o günler. Paris dönüşü artık müzikte, yorumlamada, çalış tarzında daha bir olgun ve yetkinlik vardır.
Hasret Gültekin’in ana dili Kürtçedir. Sadece Kırmanci değil, Dimili ve Sorani de bilir. Düzgün bir diksiyonu vardır. Kürt müziği çalışmalarına bakıldığında önemle üzerinde duran dört beş isimden biri de Hasret Gültekin’dir. Dönem, Kürtçe müziğin Unkapanı’nda ticari hesaplarla kullanıldığı bir dönemdir; bu anlamda birçok firmadan teklifler alır. Ama hepsini reddeder. Hatta bu duruma ilişkin o günlerde bir şiir de yazar:
“Mem talan olur, Zin ziyan olur Ben yine bu ellerde, Gül dere dere yaşarım”
Kürt müziğinin yozlaştırılmaması için, Kürt ezgileri ve ritimlerinin özgünlüğünün iyi özümsenmesi gerektiğini düşünür. Kürt halkının dengbejlerini çok dinler. Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da “govend” denilen halayların müziklerini dinlerken figürlerini de öğrenmeye çalışır. Birçok Kürtçe beste yapar. Bir tane de film müziği vardır. Müzik yönetmenliğini yaptığı “Newroz” adlı kaset, Kürtçe müzik yasağını delen kasetlerden olur. 1990’dan önce enstrümantal olarak, sonra da Nilüfer Akbal ve Rıza Akkoç’un katılımıyla şarkıların Kürtçe okunmasıyla gerçekleşir bu albüm. Şivan Perwer’in “Krivo” adlı karma kasetinin yayımlanmasına öncülük eder. Ayrıca daha çok 1990-1991 yılları arasında müzik yönetmenliğini ve müziklerini yaptığı Kürtçe kasetler vardır. Örneğin; Gani Nar’ın seslendirdiği “Jiyan”; Avrupa’da yayımlanan Abuzer Karakoç’un seslendirdiği “Alvar Deyişleri”; Emekçi’nin seslendirdiği “Güle Barut Serdin mi?”; Nurşani’nin türkülerinden oluşan kaset; Lütfü Gültekin’in seslendirdiği, “Karanlıkta Vurdular” ve “Newroz 2” isimli türkülerden oluşan kaset.
Ayrıca 1991 yılında “Rüzgarın Kanatlarında” isimli üçüncü albümü yayımlanır. Bu albümdeki “Güle Yel Değdi” isimli türküyü, “Bu benim kendime yazdığım bir ağıttır.” diye söyler ablasına. Aynı yıl Almanya’da yaşayan Yeter Fırtına ile evlenir ve tamamen oraya yerleşirler. Almanca yabancı dil eğitimi alır. Burada da yine tercihini müzikten yana yapar. Ve Almanya’da Köln Üniversitesi’nin müzik bölümünde öğretmen olarak girdiği sınavı kazanır. Oradaki öğrenciler bu olumlu haberi ablasına, Hasret Gültekin’in ölümünden sonra ileteceklerdir.
Hasret Gültekin, Almanya’ya yerleşir ama yine bir ayağı Almanya’da bir ayağı Türkiye’dedir. Çünkü önüne koyduğu hedefleri, istekleri gerçekleştirebilmesi için her iki ülke koşullarında kalması gerektiğini düşünür. Hasret Gültekin, yasamı boyunca her konuda sanki bir yere yetişecekmiş, sanki zamanı çok kısaymış, sanki bir anda her şey tükenecekmiş gibi bir dakikasını bile ziyan etmeden her şeyi çok acele yapar. Hep bir telaş içinde, hep bir üretim içinde, hep bir yerlere yetişme ve bir şeyleri yetiştirmek ister gibi yaşamı, müzikle ilgili koşuşturmacası ve evliliği olur.
Türkiye’nin birçok yerinde konserler verir. Birçok Avrupa ülkesinde festivallere katılır ve konserler verir. Ayrıca 1992’ye gelindiğinde, Arif Sağ, Emekçi, Mehmet Koç, Emre Saltık, İhsan Güvercin’in de yer aldığı “Türküler Yalan Söylemez” isimli kasette sadece üç türkü seslendirir. Ayrıca Ahmet Arif’in şiirlerini besteleyen sanatçılar olarak, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Sadık Gürbüz, Esin Afşar, Rahmi Saltuk’la birlikte Ahmet Arif’in anısına çıkardıkları kasette yer alır. Bunun dışında birçok sanatçının kasetlerinde bağlama, cura ve şelpesiyle yer alır.
Hasret Gültekin’i anlatırken mutlaka Pir Sultan’ı ifade etmemizi isteyen Güler Gültekin; “Hasret Gültekin’in dünya görüsü Pir Sultan’ın duruşudur. Nesimi’nin Enel Hak’kıdır.. Mansur’un duruşudur. İcra ettiği sanatla, kişiliği aynı parelelde yürüyen bir insandı. Bu çok önemli. Bence sanatçılarda aranması gereken en büyük özellik bu.” diyor.
Hasret Gültekin bir konser sonrasında, seyircileri, “Dünya alışkanlıktan değil, sevgiyle, mutluluktan dönsün. Hepinizi yüreğinizden öpüyorum” sözleriyle selamlar. İnsanları yüreğinden öpen bir anlayış, bir düşünce, sevgi ve ruh haline sahiptir.
Hasret Gültekin’i tanıyanların ortak düşüncelerinden birisi de insan sevgisidir. İnsanlara olan sevgisi onun kişiliğini belirleyen bir yandır. Dolayısıyla insan ilişkileri ve dostlukları güçlüdür. “Tabi dolu yasadı, güzel şeyler biriktirdi. İnsanları sevdi. Sadece araştırma için dağ bayır gezmedi. Dostluk ilişkilerinde çok sağlamdı. İnsana sevgisi vardı. İnsanın penceresinden bakardı dünyaya. Girdiği yerde kendi ağırlığını hissettiren muzip yanları olan bir insandı.” diyor Mazlum Çimen. Hasret Gültekin, müziklerinde olduğu gibi şiirlerinde de halkı, halk ozanlarını ve Anadolu isyanlarındaki halk önderlerini anlatır. Bunlardan bazılarının isimleri; Bedrettin’e, Hayyam, Ben ve O, Yunus’a, Hasretin Hasretnamesi, Sevdalan, Sevda Seni Sözlük Yaza, Sıkı tutmalı, Bu Gece Bendeki Canıma ve Hayat’dır. O yıllarda şiirleriyle ilgili olarak Kadir Karakoç, onun şunları söylediğini aktarıyor: “Çok yanlış yapmışım. Şiirleri zaten ayrı birer melodi, bir senfoni. Belki ileride, şiirleri şarkı sözü gibi kullanmadan, Ahmet Arif’e adanan bir müzikal yapabiliriz.” Hasret Gül tekin, bütün yoğunluklarının içinde kitap okumaktan da vazgeçmez ve aydınlanmış olması onun müziklerine de yansır. Kitaplarını sürekli sırt çantasında taşır. Sahaflara giderek Virani’nin, Kaygusuz Abdal’ın, Nesimi’nin, Hatayi’nin kitaplarını da alır ve okur. Okudukça, araştırdıkça, öğrendikçe düşünceleri daha yerli yerine oturur. “Hasret tanrının insanda olduğuna inanan bir insandı. Yani varsa öyle bir şey insan tanrıdır diye düşünürdü. Tanrının insanda vücut bulduğunu söylerdi…” diyor Lütfü Gültekin. Hasret Gültekin’le sadece bir soy isim benzerliği olan Lütfü Gültekin’in oğlu Emre’ye bağlamaya ve müziğe dair birçok bilgi aktarır. Onu geliştirmek için emek harcar. Bir gün Emre’ye sarılarak, “Benim geleceğim sensin Emre” der.
Hasret Gültekin sanatını çok temiz yapan ve paylaşımı seven bir insandır. Sürekli ileriye dönük hedefler koyar önüne. Hedeflerinden birisi, en az yedi CD’lik bir çalışma yapmaktır. İsmini de Enel Hak olarak düşünür. Bunun için Lütfü Gültekin’e ” Bana yardımcı ol, beraber yapalım” der. Ve birlikte birçok şiir, türkü vs. toplayarak arşiv yapmaya başlarlar. Lütfü Gültekin, onun Enel Hak projesi ile ne yapmak istediğini “Onun amacı Hallac-ı Mansur’ların, Seyit Nesimi’lerin düşüncelerini alıp yazıya, albümlere döküp halka taşımaktı ama ömrü yetmedi.” sözleriyle aktarıyor.
Çalışmaya Hasret Gültekin’in Sivas dönüşü başlayacaklardır. Ama o Sivas’tan dönemez. Ayrıca Türkiye’den uzak yaşayan Talip Özkan’la birlikte halk müziği resitalleri düzenleme isteği vardır. Bu çalışma ile tek enstrüman yerine; gitar, bas gitar, flüt, elektro gitar ve davulun da kullanıldığı bir müzik topluluğu ile çalışma yapmak hedefidir. Bu çalışmayla amaç, Anadolu’daki aşıklık geleneğine özgü doğaçlama örnekleri sunmaktır.
Hasret Gültekin, Sivas’a giderken hem eşi hem de ablası hamiledir. “Ben dedim eşin hamile, gitme diye konuştum. Gitti. Yiğit onurlu bir çocuktu. Halkından, çevreden kopmayan bir insandı.” diyor Lütfü Gültekin. Küçük yaştan itibaren peşine düştüğü ve her bir kavşakta izlerini bulduğu halkın kültürel, sanatsal değerlerinin hem araştırmacısı, hem derlemecisi, hem de tüm sanat alanı ile paylaşımcısı olur.
Çok genç yaşına rağmen Anadolu kültürüne, müziğe, bağlamaya ve ozanlık geleneğine kattığı birçok ürün vardır. Ölümünün ardından her yıl ailesi Hasret Gültekin’e doğum günü yapar. İnsanları öldükleri günle değil doğdukları günle anmaktır buradaki amaç. Türkiye’den, yurt dışından birçok sanatçı katılır bu doğum günlerine. Hasret Gültekin’in ölümünden sonra ismi Roni olan bir oğlu doğar.
“Hayat çok güzel bir armağan. O bir yol buldu kendine, bir yol edindi ve o yolu sonuna kadar yürüdü, durmadan. Kendini ona adadı. Bir ışığa yürür gibi kendine de inandı, çaldığı saza da inandı. İsini inançla yaptı. İnandığı ve kavradığı için Hasret Gültekin oldu. Hasret öyleydi. Söylediği gibi yasayan, yasadığı gibi düşünen ve düşündüğü gibi de ölen bir insandı.” diyor Güler Gültekin. Hasret Gültekin, 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde, yakılarak katledilen 33 aydın ve sanatçının içinde en genç ozanlardan biridir. Katledildiğinde 22 yaşındadır.
Bu gece
ben giderim resmim kalır,
belli ki bir hevesim kalır,
gözüm arkada kalmaz,
Seni göresim kalır..
Sesim kalmaz,
sözüm kalmaz,
yarım kalır bir öykücük,
bozulmuş bir tılsım kalır.
Güze ulaşır vakit
kurur dallar,
ayaz kalır…
Gece çöker baykuş öter,
yaşanmamış bir yaz kalır.
Söner içimdeki yangın,
direnen kımıl, göğ ekinler,
açar güneş,
mevsim ilkbahara döner,
yemyeşil bir tınaz kalır.
Alacak renkler susar,
ortada tek “beyaz” kalır.
Çürür düzen zulüm biter,
kar altında gülüm biter,
vakit ulaşır yolum biter,
birde yasak “adım” kalır.
Toplatılır yazılarım,
yakılır dizelerim,
kurutulur gözlerim,
geride genç ölüm kalır.
1990 / Hasret Gültekin
Tavır Dergisi, Temmuz 2008 Sayısı